3 Kasım 2009 Salı

Kısa Kısa

Kısa kısa:

* Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Kuzey Irak'taydı. Görüşmelerin Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'ni tanımak olarak anlaşılacağı iddiasına Davutoğlu aşağı yukarı "ABD'ye gidince eyalet olan Teksas'a gitmiyor muyuz? O zaman Teksas Devleti'ni mi tanımış oluyoruz?" diyerek Kuzey Irak'ın Irak Federe Devleti'nin bir eyaleti olduğunu hatırlattı. Onur Öymen ise gecikmeden Teksas'ın halihazırda bir askeri gücü olmadığını dolayısıyla bu benzetmenin de geçersiz olduğunu söyledi.

* CHP lideri Baykal'ın Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile Irak'ta yapacağı görüşme CHP'nin isteği ile iptal edildi. CHP iptal arzusuna gerekçe olarak Türkiye'nin hassas gündemini ve yanlış anlaşılma kaygısını gösterdi.

* H1N1 aşıları sağlık personeli ve henüz ülkeyi terk etmemiş hacı adaylarına uygulanmaya başladı. Sağlık Bakanı da aşı olurken, bugün -şok edici bir şekilde- Başbakan Erdoğan aşı olmayacağını açıkadı ve muhabirlerin önünde Sağlık Bakanı'nı da "Başbakan ve Cumhurbaşkanı da aşı olacak" açıklaması sebebiyle azarladı.

* Demokratik Açılım(?) tartışmaları TBMM'ye taşınıyor. Görüşmelerin 10 Kasım'da yapılacağı söylenirken CHP'nin Ulu Önder'in ölüm yıldönümü sebebiyle görüşmelerin birkaç gün ertelenmesini istediği belirtildi.

* Mehmet Ali Talat, kendi hayatıyla ilgili bir kitap için verdiği mülakatta Rauf Denktaş ve partisinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etmek istediği gece ret oyu verdiğini ve oylama KKTC'nin ilanından yana sonuçlanınca oturup ağladığını, bu hamlenin hata olduğunu ve bugün de halen böyle düşündüğünü söylemiş.
Talat bugün itibariyle hala o ilan edilmesine karşı olduğu cumhuriyetin başında, Rum kesimi ile müzakereleri yönetiyor.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Demokrat Parti

Merkez sağ bugün önemli bir dönüm noktasını yaşadı. Geçtiğimiz yıllar içinde defalarca sekteye uğrayan DP (eski DYP) ve ANAP birleşmesi bugün ANAP'ın 10. Olağan Kongresi'nde resmiyete döküldü. Geçtiğimiz genel seçimler öncesi Ağar, Mumcu yakınlaşmasının söylentilere göre F. Gülen anlaşmazlığıyla sonuçsuz kalmasının ardından DP'nin başına geçen yaşlı kurt Hüsamettin Cindoruk, Anavatan yönetimi ve Mesut Yılmaz'ın da desteğiyle birleşmenin gerçekleşmesini sağladı.

Yeni çatının genel başkanı Cindoruk olurken vekili Salih Uzun olarak belirlendi. Partinin yönetiminde ise Mesut Yılmaz, Mehmet Ali Bayar, Celal Doğan, Yılmaz Karakoyunlu, Ahat Andican, Nejat Arseven, Mehmet Bolat ve Vahit Bingöl gibi ağır toplar yer alıyor. Bakalım erken seçimin olasılık dahilinde olduğu ülkemizde, bilindik tatlar damaklara hitap edebilecek mi?


(Bu pek manidar fotoğraf hurriyet.com.tr'dan alınmıştır)

30 Ekim 2009 Cuma

Belge Kaosunda Gelişmeler

Yeniden hem de bu kez gündeme bomba gibi düşen ve "İrtica ile Mücadele Planı" adıyla anılan belge için, bugün altısı asker biri sivil yedi kişi "tanık sıfatıyla" ifade vermek için Beşiktaş Adliyesi'ndeydi. Sanılanın aksine Albay Dursun Çiçek ifadesi için Beşiktaş'a gelenler arasında değildi.
İlk açıklamalara göre tanıklar belgelerin imhası ile ilgili bir bilgileri olmadığını söylemişler. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı'nın olağan bilgilendirme toplantısını gerçekleştirmeyip ertelediğini de belirtelim.
Olayla ilgili detaylar çok yavaş şekilleniyor ve önümüzdeki günlerde daha çok meşgul olacağız gibi.

Cumhuriyet Bayramı

Tüm iç ve dış karışıklıkları unutmadan ama bir günlüğüne hepsinden sıyrılarak; Cumhuriyetimizin 86. yılı kutlu olsun.
(Gerçi geçen gün Mehmet Altan "1. Cumhuriyetin sonu geldi!" demişti. O yüzden yaş hesabında kafamız karışabilir)

Teşekkürler Ulu Önder Atatürk ve arkadaşlarına. Nice nice, daha iyi yıllara.

29 Ekim 1923-29 Ekim ...

27 Ekim 2009 Salı

Islak İmza

Türkiye ilk olarak Baransu'nun Taraf gazetesindeki haberiyle duyurduğu "AKP ve Gülen'le Mücadele Planı"yla bir kez daha çalkalanıyor.
Taraf gazetesinin aylar önceki (06.2009) haberinde, Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığını iddia ettiği belge ve ilgili iddialar, askeri yetkililer tarafından "hukuki süreçte belgenin orjinali ortaya çıkmadığı müddetçe belge sadece kağıt parçasıdır" açıklamasıyla karşılık bulmuştu. Ardından askeri savcılıkça açılan soruşturma ise kısa sürede delil yetersizliğinden sona ermişti. Bu süreçte kamuoyu ikiye bölünmüş; kimi olayı bir cunta girişiminin belgelenmesi kimi de henüz kanıtlanamamış bir işgüzarlık olarak nitelendirmişti.

Tartışmalar unutulmaya yüz tutmuşken dün gelen bir haberle olay yeniden alevlendi. Zira belgenin orjinali (altında ıslak imza ile) kimliği belirsiz biri tarafından bundan 12 gün önce postaya verilmiş ve savcıların eline ulaşmış durumda. Dursun Çiçek'in avukatı ise "Islak imza da taklit edilebilir" diyor. Bunların yanında belgenin derhal basına sızması ise benzer davalarda yaşanan skandallardan birini daha doğurdu, hem savcılık makamı hem de TSK bu durumda yakındı.

Bu yeni ihbarda ise EK-B (Bilgi Destek Çalışması) adlı bir bölümün daha bulunduğu söyleniyor. Bu belgenin muhteviyatı kadar "Genelkurmay Başkanı'nın emriyle" hazırlandığı ibaresi de ses getirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı ise Yaşar Büyükanıt. Hem ilk rapor hem de EK-B yazılı ve görsel medyada döndüğü için içeriğini tekrarlamam gereksiz. Ancak iç siyasete bomba gibi düşen bu olayın ardından sivil savcılığın, Taraf'ın ilk haberinden sonra belgeleri imha ettiği iddia edilen 5 ya da 6 eri çağırmasına rağmen bir gelişme yaşanmaması sonucu Genelkurmay'a ihbarlı davet gönderdiği söyleniyor. Genelkurmay ise bugün yaptığı açıklamada belgenin basına yansımasından duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, hukuki sürecin işlemesi gerektiğini ve hukukun üstünlüğüne saygı duyduklarını dile getirdi. Genelkurmay'ın belgenin ilk ortaya atıldığı dönemde yaptığı açıklamayı web sitesinden kaldırdığına dair haberler ise "Zaten yazı hiç konmamıştı" diye yanıtlandı. AKP cephesi ise Arınç, Kılıç ve Erdoğan'ın kah temkinli kah sert açıklamalarıyla durumu yorumladı. Arınç "kağıt parçası" sözüne atıfta bulunarak, şüphelilerin açığa alınması gerektiğini söylerken Kılıç "Sorumlular hesap vermelidir" dedi. Başbakan Erdoğan iddiaların Türkiye'nin taşıyabileceğinden daha vahim olduğunu söylerken muhalefet genel olarak belge haberinin zamanlamasını manidar olarak nitelendirdi. Bugün itibariyle askeri savcılık bu gelişmeler ışığında ivedilikle yeni bir soruşturma başlatmış durumda.

****

Öncelikle demokratik bir hukuk devletinde darbe veya girişimlerine kesinlikle destek çıkılamayacağını, hoş görülemeyeceğini düşündüğümü kenara not edeyim ki bu görüşümün dış sınırını çizsin. Ancak kesin olarak inandığım bir şey daha var ki, o da Türkiye'de yakın gelecekte bir darbe olmayacağıdır. Türkiye, dünya ile ziyadesiyle entegre, demokrasisini akranlarına göre iyi kötü olgunlaştırmaya başlamış ve dahası darbelerle çözüme gidemediğini fark etmiş bir ülke. Ayrıca günümüz fizikî şartları (medya, iletişim, küreselleşme, enerji yolları, ekonomi vs.) da iki üç albayın biraraya gelerek yüksek rütbeleri de bypass ederek yönetime el koyabilmesini imkansız kılıyor. Askerin en üst düzeyinin darbeyle işi olmadığı da defalarca söylenmiş ve zaten aşikar olan bir gerçek.
Peki o zaman neden böyle oluyor?

Türkiye Cumhuriyeti'ndeki ordu algısı elbetteki İsveç veya Polonya'dakinden farklıdır. Ordu ülkemizde, doğru ya da yanlış, milletin doğal bir parçası gibi görülür ve ilk meclisin kurulması da askeri başarılan doğrudan sonucudur. Birçok yöneticimiz de asker kökenlidir. Bunların üzerine Türkiye'nin canını iki kez yakan darbeleri de eklemeyi unutmamak lazım. Dolayısıyla coğrafyamız için ütopik bir katılıkta eleştiri yapacak değilim. Toplum iradesine saygı sadece oy sayısına değil toplumsal eğilimlere saygıyı da gerektirebilir. Bu da asker-iktidar karşılaşmalarını daha da hassas hale getiriyor.

İlk rapor malum, AKP ve Gülen Cemaati'ni irtica odağı olarak gören ve bu tehditi ortadan kaldırmak için ideal sistemin dışına çıkarak çalışmalar yapmayı öneren bir çalışma. İddialara konu olan ikinci belge de ise islamcı hareketlere karşılık verilmesi planına ek olarak DTP ile de mücadele edilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Muhtemelen dünyadaki tüm silahlı kuvvetler az ya da çok, hafif ya da yoğun, belirledikleri iç ve dış tehditleri takip eder, bunların ortadan kalkması için raporlar hazırlar. Türkiye'de ise TSK tarafından iç tehdit olarak görülen (özellikle Gülen Cemaati) hususlarda bu tip raporlar hazırlanmamasını beklemek zaten saflık olur. Bu ister üst düzey emirle gerçekleşsin isterse işgüzar birilerinin tavsiye denemeleri olsun, eğer varlığı kanıtlanırsa çok da şaşılmayacak bir şey. Bu raporlarda önerilenlerin de Siyasi Partiler Kanunu'na yahut Anayasa veya demokrasiye uygunluğunu beklemek de mümkün değil haliyle. İktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından irticaî faaliyetlerin odağı olarak nitelendirilmiş ve cezalandırılmış olması da raporu gerçek olduğu ortaya çıksa dahi savunacaklara, "Bu tespit daha önce yargı tarafından zaten yapılmıştı" bile dedirtecektir.

Peki bu yaşananlar normal mi? Elbette değil, elbette böyle bir demokrasi sağlıklı yürüyemez. Varsayımsal bir ülkede benzer bir durumda siyasi iktidar erki, kendine bağlı olan kurumların tüm sorumlularını derhal azleder, askeri yargıda tespit ettiği olası bir ihmalin de sonuna kadar üzerine gitmenin yanı sıra sistemi de tartışmaya açar ve tüm siyasi iradeler birleşerek bir temizlik yapar.
Öyleyse bizde neden böyle olmuyor, tek sebep darbe korkusu mu?
Yazının başında ülkede darbe ihtimalinin var olmadığına inandığımı söylemiştim, dolayısıyla darbe korkusunun bu sorunları çözmedeki engel olduğuna inanmıyorum. Elbette Türkiye'de egemenliğin paylaşımı hususunda çekişme ve çatışmalar olabilir, ama dünya eski dünya, Türkiye de eski Türkiye değil.
Bence Türkiye'de bu tip sorunların çözülmemesinin sebebi ameliyatta kullanılacak temiz neşter bulunmamasıdır. Askeri yargının manipule edildiğinin iddia edildiği bir ülkede yerine koyabileceğiniz tek başlı yargı sisteminde, sivil yargı bırakın konunun uzmanlarını, halkın gözünde dahi güvenilirliğini yitirme noktasına gelmiş ve iktidar yanlısı olarak görülüyorsa, o neşter o kesiği yapamaz. Hazırlanan raporlarda yer alan çözüm önerilerinin çıkış noktalarındaki tespitler halihazırda yargılamalarla tasdik edilmişse, iktidar geçmişte yaptıkları ve konu olduğu davalarla bu yeni davaları göğüsleyemez ve herkes bir anda çiğ yemiş karnı ağrımış aktörlere dönüşür, kimse parmağını dahi kıpırdatamaz. Örneğin Anayasa Mahkemesi kararıyla ceza almış bir iktidar partisi sonuna kadar iyi niyetli dahi olsa bu ameliyatı yapamaz, çünkü eski günahlar derhal gizli ajandalar, saklı gündemler gibi dedikoduları doğurur. Aynı zamanda askeri ısrarla siyasete durmadan müdahale etmek isteyen, herkesin hemfikir olduğu tek parça bir yapı olarak göstermek de başlı başına sıkıntı yaratır. Ortam hijyenik bu ameliyat da herkesin bildiği gibi kangrenler doğurur, tedavi ertelenir.

Nihayetinde, Türkiye elbette sivil yargı-askeri yargı ikilisini tartışacaktır ancak çözümü iki yargıdan birinin bağımsız olduğuna inanç güçlendiği zaman bulacaktır. Türkiye elbette ordu-siyaset ilişkisini makul bir çizgiye çekecektir ancak bunu ancak gizli gündemleri sorgulanmayacak akımlar yapabilecektir.
Her zaman türban sorununun gerçekten özgürlükçülüğü her alanda samimiyetle savunan sol eğilimli politikalar, Kürt sorununun ise hem bölünmeyi engelleyecek hem de samimiyetle yanlışlarla yüzleşebilecek sağ eğilimli partiler tarafından çözümler yaratıldığında sona ereceğine inanan biri olarak bu ortaya çıkan belgelerin yarattığı rahatsızlığın ancak tedavi sürecinde yeni bir rahatsızlık yaşatmayacak doktorlar tarafından yapılabileceğine, aksi halde bu durumun değişmeden süreceğine inanıyorum.

Günün İçinden

Gündem yine çok yoğun ama önce şu birkaç haberi vermekte fayda görüyorum. "Islak İmza" hadisesini ise bir sonraki yazıya bıraktım.

Malum 24 Ekim tarihli köşe yazısında Serdar Turgut fazlasıyla sert ifadeler kullanmış, bana kalırsa da çok çirkin bir yazı yazmıştı. İçindeki ifadeler ironi masumiyeti ile açıklanamayacak kadar yaralayıcı olduğundan yazıdan alıntı yapmamayı tercih ediyorum. İşte bu yazıda adı geçtiği ve hakarete uğradığı gerekçesiyle şarkıcı Rojin, Serdar Turgut hakkında suç duyurusunda bulundu. Soruşturma sonucunda dava açılırsa Serdar Turgut'un 4 yıla kadar hapis cezası alması mümkün.

Öte yandan Eylül 2006'da Diyarbakır'da yaptığı bir konuşma sebebiyle hakkında "terör örgütü propagandası yapmak" suçundan dava açılan Aysel Tuğluk 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve karar TBMM'ye gönderildi. Gözler şimdi TBMM Başkanlığı'nda olacak ama sanmıyorum ki böyle bir ortamda ceza infaz edilebilsin.

Son olarak çok tartışmalı domuz gribi aşılarının illere sevkiyatına başlandığı ve hacı adaylarının yarından itibaren aşılanacağı bildirildi. Osman Durmuş, Sağlık Bakanlığı tartışması alevlenecek gibi görünüyor.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Atom Çekirdeğini Doldurmayan Gerginlik


Son yıllarda Türkiye ile İsrail arasında yaşanan sorunlar Davos sonrasında, önce Anadolu Kartalı Tatbikatı ve BM raporu sonra da Ayrılık dizisi hadisesiyle yeniden alevlenmişti.
The Guardian'ın bugün yayınladığı Recep Tayyip Erdoğan röportajıyla tantana daha da bir üst seviyeye taşınmış gibi görünüyor. Ancak röportaj İsrail'den ziyade İran'la ilgili kısımlarıyla ses getirmiş gibi görünüyor.

Başbakan Erdoğan, özetle, İsrail'le ilişkilerin köklü bir geçmişe dayandığını zaman zaman yaşanan sıkıntıların aşılacağını söylüyor. Ancak sözlerini Avigdor Lieberman'ın Gazze'de nükleer silah kullanmayı ihtimaller dahilinde düşündüğünü söyleyerek bitiriyor. Bugüne dek sadece İran, Pakistan, Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer varlıklarını tartışan Batı dünyası için İsrail'in nükleer bir tehdit yaratabileceğinin dillendirilmesi ziyadesiyle şok edici. Erdoğan'ın İsrail karşısındaki tutumunun İsrail tarafından "Türkiye-ABD ilişkilerine zarar veriyor" eleştirisine maruz kalması ise Erdoğan'a göre yersiz. Başbakan, "Böyle bir ihtimalin varlığına inanmıyorum, zira ABD'nin bölge politikası İsrail tarafından dikte edilmiyor." diyor.

Ancak bu röportajda Batı'yı daha çok şaşırtan ise Ahmedinejad özelinde İran ile ilgili açıklamalar olacak. Başbakan Erdoğan, seçim sonuçları kesinleşmeden tebrik telefonu açtığı İran Devlet Başkanı için "Şüphesiz ki o benim arkadaşım ve bu iyi ilişki çerçevesinde bugüne dek hiç sorun yaşamadık." diyor. Batı tarafından teokratik İran'ın diktatörü olarak adlandırılan Ahmedinejad'ın sıkça övgüyle andığı Başbakan Erdoğan, İran'daki seçim sonrasında yaşanan olaylarla ilgili Ahmedinejad'la konuşup konuşmadığı sorusuna ise görüşmelerin daha ziyade ticaret ve dış ilişkilerle ilgili olduğunu, o konuyla ilgili yapılacak bir görüşmenin İran'ın iç işlerine karışmak anlamına gelebileceğini söyleyerek cevap veriyor. İran'ın nükleer programla ilgili soruya ise gelen yanıt; "İran, nükleer teknolojiyi silahlanmada değil enerji kaynağı yaratmak amacıyla kullandığını söylüyor." şeklinde.

Başbakan, İran'ın nükleer bir tehdit olduğuna inanan ülkelerden Fransa'nın Sarkozy liderliğinde takındığı Türkiye karşıtı tavrın sorulması üzerine ise Chirac dönemiyle Sarkozy dönemi arasındaki farka vurgu yaparak, Avrupa'nın bizzat kendi kurallarını çiğnediğini söylüyor ve Avrupa'nın Türkiye'nin Avrupa'yı Müslüman dünyaya açan bir köprü oluşuyla, diğer artılarının gözardı edilmemesi gerektiğini ekliyor.

Kısacası Başbakan Erdoğan, yine Batı'yı şaşırtacak açıklamalar yapmış gibi görünüyor.

Robert Tait'in bu makalesinin orjinal metnine buradan ulaşabilirsiniz.