Merkez sağ bugün önemli bir dönüm noktasını yaşadı. Geçtiğimiz yıllar içinde defalarca sekteye uğrayan DP (eski DYP) ve ANAP birleşmesi bugün ANAP'ın 10. Olağan Kongresi'nde resmiyete döküldü. Geçtiğimiz genel seçimler öncesi Ağar, Mumcu yakınlaşmasının söylentilere göre F. Gülen anlaşmazlığıyla sonuçsuz kalmasının ardından DP'nin başına geçen yaşlı kurt Hüsamettin Cindoruk, Anavatan yönetimi ve Mesut Yılmaz'ın da desteğiyle birleşmenin gerçekleşmesini sağladı.
Yeni çatının genel başkanı Cindoruk olurken vekili Salih Uzun olarak belirlendi. Partinin yönetiminde ise Mesut Yılmaz, Mehmet Ali Bayar, Celal Doğan, Yılmaz Karakoyunlu, Ahat Andican, Nejat Arseven, Mehmet Bolat ve Vahit Bingöl gibi ağır toplar yer alıyor. Bakalım erken seçimin olasılık dahilinde olduğu ülkemizde, bilindik tatlar damaklara hitap edebilecek mi?
31 Ekim 2009 Cumartesi
30 Ekim 2009 Cuma
Belge Kaosunda Gelişmeler
Yeniden hem de bu kez gündeme bomba gibi düşen ve "İrtica ile Mücadele Planı" adıyla anılan belge için, bugün altısı asker biri sivil yedi kişi "tanık sıfatıyla" ifade vermek için Beşiktaş Adliyesi'ndeydi. Sanılanın aksine Albay Dursun Çiçek ifadesi için Beşiktaş'a gelenler arasında değildi.
İlk açıklamalara göre tanıklar belgelerin imhası ile ilgili bir bilgileri olmadığını söylemişler. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı'nın olağan bilgilendirme toplantısını gerçekleştirmeyip ertelediğini de belirtelim.
Olayla ilgili detaylar çok yavaş şekilleniyor ve önümüzdeki günlerde daha çok meşgul olacağız gibi.
İlk açıklamalara göre tanıklar belgelerin imhası ile ilgili bir bilgileri olmadığını söylemişler. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı'nın olağan bilgilendirme toplantısını gerçekleştirmeyip ertelediğini de belirtelim.
Olayla ilgili detaylar çok yavaş şekilleniyor ve önümüzdeki günlerde daha çok meşgul olacağız gibi.
Etiketler:
belge kaosunda gelişmeler,
darbe,
ıslak imza
Cumhuriyet Bayramı
Tüm iç ve dış karışıklıkları unutmadan ama bir günlüğüne hepsinden sıyrılarak; Cumhuriyetimizin 86. yılı kutlu olsun.
(Gerçi geçen gün Mehmet Altan "1. Cumhuriyetin sonu geldi!" demişti. O yüzden yaş hesabında kafamız karışabilir)
Teşekkürler Ulu Önder Atatürk ve arkadaşlarına. Nice nice, daha iyi yıllara.
29 Ekim 1923-29 Ekim ...
(Gerçi geçen gün Mehmet Altan "1. Cumhuriyetin sonu geldi!" demişti. O yüzden yaş hesabında kafamız karışabilir)
Teşekkürler Ulu Önder Atatürk ve arkadaşlarına. Nice nice, daha iyi yıllara.
29 Ekim 1923-29 Ekim ...
27 Ekim 2009 Salı
Islak İmza
Türkiye ilk olarak Baransu'nun Taraf gazetesindeki haberiyle duyurduğu "AKP ve Gülen'le Mücadele Planı"yla bir kez daha çalkalanıyor.
Taraf gazetesinin aylar önceki (06.2009) haberinde, Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığını iddia ettiği belge ve ilgili iddialar, askeri yetkililer tarafından "hukuki süreçte belgenin orjinali ortaya çıkmadığı müddetçe belge sadece kağıt parçasıdır" açıklamasıyla karşılık bulmuştu. Ardından askeri savcılıkça açılan soruşturma ise kısa sürede delil yetersizliğinden sona ermişti. Bu süreçte kamuoyu ikiye bölünmüş; kimi olayı bir cunta girişiminin belgelenmesi kimi de henüz kanıtlanamamış bir işgüzarlık olarak nitelendirmişti.
Tartışmalar unutulmaya yüz tutmuşken dün gelen bir haberle olay yeniden alevlendi. Zira belgenin orjinali (altında ıslak imza ile) kimliği belirsiz biri tarafından bundan 12 gün önce postaya verilmiş ve savcıların eline ulaşmış durumda. Dursun Çiçek'in avukatı ise "Islak imza da taklit edilebilir" diyor. Bunların yanında belgenin derhal basına sızması ise benzer davalarda yaşanan skandallardan birini daha doğurdu, hem savcılık makamı hem de TSK bu durumda yakındı.
Bu yeni ihbarda ise EK-B (Bilgi Destek Çalışması) adlı bir bölümün daha bulunduğu söyleniyor. Bu belgenin muhteviyatı kadar "Genelkurmay Başkanı'nın emriyle" hazırlandığı ibaresi de ses getirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı ise Yaşar Büyükanıt. Hem ilk rapor hem de EK-B yazılı ve görsel medyada döndüğü için içeriğini tekrarlamam gereksiz. Ancak iç siyasete bomba gibi düşen bu olayın ardından sivil savcılığın, Taraf'ın ilk haberinden sonra belgeleri imha ettiği iddia edilen 5 ya da 6 eri çağırmasına rağmen bir gelişme yaşanmaması sonucu Genelkurmay'a ihbarlı davet gönderdiği söyleniyor. Genelkurmay ise bugün yaptığı açıklamada belgenin basına yansımasından duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, hukuki sürecin işlemesi gerektiğini ve hukukun üstünlüğüne saygı duyduklarını dile getirdi. Genelkurmay'ın belgenin ilk ortaya atıldığı dönemde yaptığı açıklamayı web sitesinden kaldırdığına dair haberler ise "Zaten yazı hiç konmamıştı" diye yanıtlandı. AKP cephesi ise Arınç, Kılıç ve Erdoğan'ın kah temkinli kah sert açıklamalarıyla durumu yorumladı. Arınç "kağıt parçası" sözüne atıfta bulunarak, şüphelilerin açığa alınması gerektiğini söylerken Kılıç "Sorumlular hesap vermelidir" dedi. Başbakan Erdoğan iddiaların Türkiye'nin taşıyabileceğinden daha vahim olduğunu söylerken muhalefet genel olarak belge haberinin zamanlamasını manidar olarak nitelendirdi. Bugün itibariyle askeri savcılık bu gelişmeler ışığında ivedilikle yeni bir soruşturma başlatmış durumda.
****
Öncelikle demokratik bir hukuk devletinde darbe veya girişimlerine kesinlikle destek çıkılamayacağını, hoş görülemeyeceğini düşündüğümü kenara not edeyim ki bu görüşümün dış sınırını çizsin. Ancak kesin olarak inandığım bir şey daha var ki, o da Türkiye'de yakın gelecekte bir darbe olmayacağıdır. Türkiye, dünya ile ziyadesiyle entegre, demokrasisini akranlarına göre iyi kötü olgunlaştırmaya başlamış ve dahası darbelerle çözüme gidemediğini fark etmiş bir ülke. Ayrıca günümüz fizikî şartları (medya, iletişim, küreselleşme, enerji yolları, ekonomi vs.) da iki üç albayın biraraya gelerek yüksek rütbeleri de bypass ederek yönetime el koyabilmesini imkansız kılıyor. Askerin en üst düzeyinin darbeyle işi olmadığı da defalarca söylenmiş ve zaten aşikar olan bir gerçek.
Peki o zaman neden böyle oluyor?
Türkiye Cumhuriyeti'ndeki ordu algısı elbetteki İsveç veya Polonya'dakinden farklıdır. Ordu ülkemizde, doğru ya da yanlış, milletin doğal bir parçası gibi görülür ve ilk meclisin kurulması da askeri başarılan doğrudan sonucudur. Birçok yöneticimiz de asker kökenlidir. Bunların üzerine Türkiye'nin canını iki kez yakan darbeleri de eklemeyi unutmamak lazım. Dolayısıyla coğrafyamız için ütopik bir katılıkta eleştiri yapacak değilim. Toplum iradesine saygı sadece oy sayısına değil toplumsal eğilimlere saygıyı da gerektirebilir. Bu da asker-iktidar karşılaşmalarını daha da hassas hale getiriyor.
İlk rapor malum, AKP ve Gülen Cemaati'ni irtica odağı olarak gören ve bu tehditi ortadan kaldırmak için ideal sistemin dışına çıkarak çalışmalar yapmayı öneren bir çalışma. İddialara konu olan ikinci belge de ise islamcı hareketlere karşılık verilmesi planına ek olarak DTP ile de mücadele edilmesi gerektiği vurgulanıyor.
Muhtemelen dünyadaki tüm silahlı kuvvetler az ya da çok, hafif ya da yoğun, belirledikleri iç ve dış tehditleri takip eder, bunların ortadan kalkması için raporlar hazırlar. Türkiye'de ise TSK tarafından iç tehdit olarak görülen (özellikle Gülen Cemaati) hususlarda bu tip raporlar hazırlanmamasını beklemek zaten saflık olur. Bu ister üst düzey emirle gerçekleşsin isterse işgüzar birilerinin tavsiye denemeleri olsun, eğer varlığı kanıtlanırsa çok da şaşılmayacak bir şey. Bu raporlarda önerilenlerin de Siyasi Partiler Kanunu'na yahut Anayasa veya demokrasiye uygunluğunu beklemek de mümkün değil haliyle. İktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından irticaî faaliyetlerin odağı olarak nitelendirilmiş ve cezalandırılmış olması da raporu gerçek olduğu ortaya çıksa dahi savunacaklara, "Bu tespit daha önce yargı tarafından zaten yapılmıştı" bile dedirtecektir.
Peki bu yaşananlar normal mi? Elbette değil, elbette böyle bir demokrasi sağlıklı yürüyemez. Varsayımsal bir ülkede benzer bir durumda siyasi iktidar erki, kendine bağlı olan kurumların tüm sorumlularını derhal azleder, askeri yargıda tespit ettiği olası bir ihmalin de sonuna kadar üzerine gitmenin yanı sıra sistemi de tartışmaya açar ve tüm siyasi iradeler birleşerek bir temizlik yapar.
Öyleyse bizde neden böyle olmuyor, tek sebep darbe korkusu mu?
Yazının başında ülkede darbe ihtimalinin var olmadığına inandığımı söylemiştim, dolayısıyla darbe korkusunun bu sorunları çözmedeki engel olduğuna inanmıyorum. Elbette Türkiye'de egemenliğin paylaşımı hususunda çekişme ve çatışmalar olabilir, ama dünya eski dünya, Türkiye de eski Türkiye değil.
Bence Türkiye'de bu tip sorunların çözülmemesinin sebebi ameliyatta kullanılacak temiz neşter bulunmamasıdır. Askeri yargının manipule edildiğinin iddia edildiği bir ülkede yerine koyabileceğiniz tek başlı yargı sisteminde, sivil yargı bırakın konunun uzmanlarını, halkın gözünde dahi güvenilirliğini yitirme noktasına gelmiş ve iktidar yanlısı olarak görülüyorsa, o neşter o kesiği yapamaz. Hazırlanan raporlarda yer alan çözüm önerilerinin çıkış noktalarındaki tespitler halihazırda yargılamalarla tasdik edilmişse, iktidar geçmişte yaptıkları ve konu olduğu davalarla bu yeni davaları göğüsleyemez ve herkes bir anda çiğ yemiş karnı ağrımış aktörlere dönüşür, kimse parmağını dahi kıpırdatamaz. Örneğin Anayasa Mahkemesi kararıyla ceza almış bir iktidar partisi sonuna kadar iyi niyetli dahi olsa bu ameliyatı yapamaz, çünkü eski günahlar derhal gizli ajandalar, saklı gündemler gibi dedikoduları doğurur. Aynı zamanda askeri ısrarla siyasete durmadan müdahale etmek isteyen, herkesin hemfikir olduğu tek parça bir yapı olarak göstermek de başlı başına sıkıntı yaratır. Ortam hijyenik bu ameliyat da herkesin bildiği gibi kangrenler doğurur, tedavi ertelenir.
Nihayetinde, Türkiye elbette sivil yargı-askeri yargı ikilisini tartışacaktır ancak çözümü iki yargıdan birinin bağımsız olduğuna inanç güçlendiği zaman bulacaktır. Türkiye elbette ordu-siyaset ilişkisini makul bir çizgiye çekecektir ancak bunu ancak gizli gündemleri sorgulanmayacak akımlar yapabilecektir.
Her zaman türban sorununun gerçekten özgürlükçülüğü her alanda samimiyetle savunan sol eğilimli politikalar, Kürt sorununun ise hem bölünmeyi engelleyecek hem de samimiyetle yanlışlarla yüzleşebilecek sağ eğilimli partiler tarafından çözümler yaratıldığında sona ereceğine inanan biri olarak bu ortaya çıkan belgelerin yarattığı rahatsızlığın ancak tedavi sürecinde yeni bir rahatsızlık yaşatmayacak doktorlar tarafından yapılabileceğine, aksi halde bu durumun değişmeden süreceğine inanıyorum.
Taraf gazetesinin aylar önceki (06.2009) haberinde, Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığını iddia ettiği belge ve ilgili iddialar, askeri yetkililer tarafından "hukuki süreçte belgenin orjinali ortaya çıkmadığı müddetçe belge sadece kağıt parçasıdır" açıklamasıyla karşılık bulmuştu. Ardından askeri savcılıkça açılan soruşturma ise kısa sürede delil yetersizliğinden sona ermişti. Bu süreçte kamuoyu ikiye bölünmüş; kimi olayı bir cunta girişiminin belgelenmesi kimi de henüz kanıtlanamamış bir işgüzarlık olarak nitelendirmişti.
Tartışmalar unutulmaya yüz tutmuşken dün gelen bir haberle olay yeniden alevlendi. Zira belgenin orjinali (altında ıslak imza ile) kimliği belirsiz biri tarafından bundan 12 gün önce postaya verilmiş ve savcıların eline ulaşmış durumda. Dursun Çiçek'in avukatı ise "Islak imza da taklit edilebilir" diyor. Bunların yanında belgenin derhal basına sızması ise benzer davalarda yaşanan skandallardan birini daha doğurdu, hem savcılık makamı hem de TSK bu durumda yakındı.
Bu yeni ihbarda ise EK-B (Bilgi Destek Çalışması) adlı bir bölümün daha bulunduğu söyleniyor. Bu belgenin muhteviyatı kadar "Genelkurmay Başkanı'nın emriyle" hazırlandığı ibaresi de ses getirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı ise Yaşar Büyükanıt. Hem ilk rapor hem de EK-B yazılı ve görsel medyada döndüğü için içeriğini tekrarlamam gereksiz. Ancak iç siyasete bomba gibi düşen bu olayın ardından sivil savcılığın, Taraf'ın ilk haberinden sonra belgeleri imha ettiği iddia edilen 5 ya da 6 eri çağırmasına rağmen bir gelişme yaşanmaması sonucu Genelkurmay'a ihbarlı davet gönderdiği söyleniyor. Genelkurmay ise bugün yaptığı açıklamada belgenin basına yansımasından duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, hukuki sürecin işlemesi gerektiğini ve hukukun üstünlüğüne saygı duyduklarını dile getirdi. Genelkurmay'ın belgenin ilk ortaya atıldığı dönemde yaptığı açıklamayı web sitesinden kaldırdığına dair haberler ise "Zaten yazı hiç konmamıştı" diye yanıtlandı. AKP cephesi ise Arınç, Kılıç ve Erdoğan'ın kah temkinli kah sert açıklamalarıyla durumu yorumladı. Arınç "kağıt parçası" sözüne atıfta bulunarak, şüphelilerin açığa alınması gerektiğini söylerken Kılıç "Sorumlular hesap vermelidir" dedi. Başbakan Erdoğan iddiaların Türkiye'nin taşıyabileceğinden daha vahim olduğunu söylerken muhalefet genel olarak belge haberinin zamanlamasını manidar olarak nitelendirdi. Bugün itibariyle askeri savcılık bu gelişmeler ışığında ivedilikle yeni bir soruşturma başlatmış durumda.
****
Öncelikle demokratik bir hukuk devletinde darbe veya girişimlerine kesinlikle destek çıkılamayacağını, hoş görülemeyeceğini düşündüğümü kenara not edeyim ki bu görüşümün dış sınırını çizsin. Ancak kesin olarak inandığım bir şey daha var ki, o da Türkiye'de yakın gelecekte bir darbe olmayacağıdır. Türkiye, dünya ile ziyadesiyle entegre, demokrasisini akranlarına göre iyi kötü olgunlaştırmaya başlamış ve dahası darbelerle çözüme gidemediğini fark etmiş bir ülke. Ayrıca günümüz fizikî şartları (medya, iletişim, küreselleşme, enerji yolları, ekonomi vs.) da iki üç albayın biraraya gelerek yüksek rütbeleri de bypass ederek yönetime el koyabilmesini imkansız kılıyor. Askerin en üst düzeyinin darbeyle işi olmadığı da defalarca söylenmiş ve zaten aşikar olan bir gerçek.
Peki o zaman neden böyle oluyor?
Türkiye Cumhuriyeti'ndeki ordu algısı elbetteki İsveç veya Polonya'dakinden farklıdır. Ordu ülkemizde, doğru ya da yanlış, milletin doğal bir parçası gibi görülür ve ilk meclisin kurulması da askeri başarılan doğrudan sonucudur. Birçok yöneticimiz de asker kökenlidir. Bunların üzerine Türkiye'nin canını iki kez yakan darbeleri de eklemeyi unutmamak lazım. Dolayısıyla coğrafyamız için ütopik bir katılıkta eleştiri yapacak değilim. Toplum iradesine saygı sadece oy sayısına değil toplumsal eğilimlere saygıyı da gerektirebilir. Bu da asker-iktidar karşılaşmalarını daha da hassas hale getiriyor.
İlk rapor malum, AKP ve Gülen Cemaati'ni irtica odağı olarak gören ve bu tehditi ortadan kaldırmak için ideal sistemin dışına çıkarak çalışmalar yapmayı öneren bir çalışma. İddialara konu olan ikinci belge de ise islamcı hareketlere karşılık verilmesi planına ek olarak DTP ile de mücadele edilmesi gerektiği vurgulanıyor.
Muhtemelen dünyadaki tüm silahlı kuvvetler az ya da çok, hafif ya da yoğun, belirledikleri iç ve dış tehditleri takip eder, bunların ortadan kalkması için raporlar hazırlar. Türkiye'de ise TSK tarafından iç tehdit olarak görülen (özellikle Gülen Cemaati) hususlarda bu tip raporlar hazırlanmamasını beklemek zaten saflık olur. Bu ister üst düzey emirle gerçekleşsin isterse işgüzar birilerinin tavsiye denemeleri olsun, eğer varlığı kanıtlanırsa çok da şaşılmayacak bir şey. Bu raporlarda önerilenlerin de Siyasi Partiler Kanunu'na yahut Anayasa veya demokrasiye uygunluğunu beklemek de mümkün değil haliyle. İktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından irticaî faaliyetlerin odağı olarak nitelendirilmiş ve cezalandırılmış olması da raporu gerçek olduğu ortaya çıksa dahi savunacaklara, "Bu tespit daha önce yargı tarafından zaten yapılmıştı" bile dedirtecektir.
Peki bu yaşananlar normal mi? Elbette değil, elbette böyle bir demokrasi sağlıklı yürüyemez. Varsayımsal bir ülkede benzer bir durumda siyasi iktidar erki, kendine bağlı olan kurumların tüm sorumlularını derhal azleder, askeri yargıda tespit ettiği olası bir ihmalin de sonuna kadar üzerine gitmenin yanı sıra sistemi de tartışmaya açar ve tüm siyasi iradeler birleşerek bir temizlik yapar.
Öyleyse bizde neden böyle olmuyor, tek sebep darbe korkusu mu?
Yazının başında ülkede darbe ihtimalinin var olmadığına inandığımı söylemiştim, dolayısıyla darbe korkusunun bu sorunları çözmedeki engel olduğuna inanmıyorum. Elbette Türkiye'de egemenliğin paylaşımı hususunda çekişme ve çatışmalar olabilir, ama dünya eski dünya, Türkiye de eski Türkiye değil.
Bence Türkiye'de bu tip sorunların çözülmemesinin sebebi ameliyatta kullanılacak temiz neşter bulunmamasıdır. Askeri yargının manipule edildiğinin iddia edildiği bir ülkede yerine koyabileceğiniz tek başlı yargı sisteminde, sivil yargı bırakın konunun uzmanlarını, halkın gözünde dahi güvenilirliğini yitirme noktasına gelmiş ve iktidar yanlısı olarak görülüyorsa, o neşter o kesiği yapamaz. Hazırlanan raporlarda yer alan çözüm önerilerinin çıkış noktalarındaki tespitler halihazırda yargılamalarla tasdik edilmişse, iktidar geçmişte yaptıkları ve konu olduğu davalarla bu yeni davaları göğüsleyemez ve herkes bir anda çiğ yemiş karnı ağrımış aktörlere dönüşür, kimse parmağını dahi kıpırdatamaz. Örneğin Anayasa Mahkemesi kararıyla ceza almış bir iktidar partisi sonuna kadar iyi niyetli dahi olsa bu ameliyatı yapamaz, çünkü eski günahlar derhal gizli ajandalar, saklı gündemler gibi dedikoduları doğurur. Aynı zamanda askeri ısrarla siyasete durmadan müdahale etmek isteyen, herkesin hemfikir olduğu tek parça bir yapı olarak göstermek de başlı başına sıkıntı yaratır. Ortam hijyenik bu ameliyat da herkesin bildiği gibi kangrenler doğurur, tedavi ertelenir.
Nihayetinde, Türkiye elbette sivil yargı-askeri yargı ikilisini tartışacaktır ancak çözümü iki yargıdan birinin bağımsız olduğuna inanç güçlendiği zaman bulacaktır. Türkiye elbette ordu-siyaset ilişkisini makul bir çizgiye çekecektir ancak bunu ancak gizli gündemleri sorgulanmayacak akımlar yapabilecektir.
Her zaman türban sorununun gerçekten özgürlükçülüğü her alanda samimiyetle savunan sol eğilimli politikalar, Kürt sorununun ise hem bölünmeyi engelleyecek hem de samimiyetle yanlışlarla yüzleşebilecek sağ eğilimli partiler tarafından çözümler yaratıldığında sona ereceğine inanan biri olarak bu ortaya çıkan belgelerin yarattığı rahatsızlığın ancak tedavi sürecinde yeni bir rahatsızlık yaşatmayacak doktorlar tarafından yapılabileceğine, aksi halde bu durumun değişmeden süreceğine inanıyorum.
Günün İçinden
Gündem yine çok yoğun ama önce şu birkaç haberi vermekte fayda görüyorum. "Islak İmza" hadisesini ise bir sonraki yazıya bıraktım.
Malum 24 Ekim tarihli köşe yazısında Serdar Turgut fazlasıyla sert ifadeler kullanmış, bana kalırsa da çok çirkin bir yazı yazmıştı. İçindeki ifadeler ironi masumiyeti ile açıklanamayacak kadar yaralayıcı olduğundan yazıdan alıntı yapmamayı tercih ediyorum. İşte bu yazıda adı geçtiği ve hakarete uğradığı gerekçesiyle şarkıcı Rojin, Serdar Turgut hakkında suç duyurusunda bulundu. Soruşturma sonucunda dava açılırsa Serdar Turgut'un 4 yıla kadar hapis cezası alması mümkün.
Öte yandan Eylül 2006'da Diyarbakır'da yaptığı bir konuşma sebebiyle hakkında "terör örgütü propagandası yapmak" suçundan dava açılan Aysel Tuğluk 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve karar TBMM'ye gönderildi. Gözler şimdi TBMM Başkanlığı'nda olacak ama sanmıyorum ki böyle bir ortamda ceza infaz edilebilsin.
Son olarak çok tartışmalı domuz gribi aşılarının illere sevkiyatına başlandığı ve hacı adaylarının yarından itibaren aşılanacağı bildirildi. Osman Durmuş, Sağlık Bakanlığı tartışması alevlenecek gibi görünüyor.
Malum 24 Ekim tarihli köşe yazısında Serdar Turgut fazlasıyla sert ifadeler kullanmış, bana kalırsa da çok çirkin bir yazı yazmıştı. İçindeki ifadeler ironi masumiyeti ile açıklanamayacak kadar yaralayıcı olduğundan yazıdan alıntı yapmamayı tercih ediyorum. İşte bu yazıda adı geçtiği ve hakarete uğradığı gerekçesiyle şarkıcı Rojin, Serdar Turgut hakkında suç duyurusunda bulundu. Soruşturma sonucunda dava açılırsa Serdar Turgut'un 4 yıla kadar hapis cezası alması mümkün.
Öte yandan Eylül 2006'da Diyarbakır'da yaptığı bir konuşma sebebiyle hakkında "terör örgütü propagandası yapmak" suçundan dava açılan Aysel Tuğluk 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve karar TBMM'ye gönderildi. Gözler şimdi TBMM Başkanlığı'nda olacak ama sanmıyorum ki böyle bir ortamda ceza infaz edilebilsin.
Son olarak çok tartışmalı domuz gribi aşılarının illere sevkiyatına başlandığı ve hacı adaylarının yarından itibaren aşılanacağı bildirildi. Osman Durmuş, Sağlık Bakanlığı tartışması alevlenecek gibi görünüyor.
Etiketler:
aysel tuğluk,
domuz gribi,
günün içinden,
medya,
rojin,
serdar turgut
26 Ekim 2009 Pazartesi
Atom Çekirdeğini Doldurmayan Gerginlik
Son yıllarda Türkiye ile İsrail arasında yaşanan sorunlar Davos sonrasında, önce Anadolu Kartalı Tatbikatı ve BM raporu sonra da Ayrılık dizisi hadisesiyle yeniden alevlenmişti.
The Guardian'ın bugün yayınladığı Recep Tayyip Erdoğan röportajıyla tantana daha da bir üst seviyeye taşınmış gibi görünüyor. Ancak röportaj İsrail'den ziyade İran'la ilgili kısımlarıyla ses getirmiş gibi görünüyor.
Başbakan Erdoğan, özetle, İsrail'le ilişkilerin köklü bir geçmişe dayandığını zaman zaman yaşanan sıkıntıların aşılacağını söylüyor. Ancak sözlerini Avigdor Lieberman'ın Gazze'de nükleer silah kullanmayı ihtimaller dahilinde düşündüğünü söyleyerek bitiriyor. Bugüne dek sadece İran, Pakistan, Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer varlıklarını tartışan Batı dünyası için İsrail'in nükleer bir tehdit yaratabileceğinin dillendirilmesi ziyadesiyle şok edici. Erdoğan'ın İsrail karşısındaki tutumunun İsrail tarafından "Türkiye-ABD ilişkilerine zarar veriyor" eleştirisine maruz kalması ise Erdoğan'a göre yersiz. Başbakan, "Böyle bir ihtimalin varlığına inanmıyorum, zira ABD'nin bölge politikası İsrail tarafından dikte edilmiyor." diyor.
Ancak bu röportajda Batı'yı daha çok şaşırtan ise Ahmedinejad özelinde İran ile ilgili açıklamalar olacak. Başbakan Erdoğan, seçim sonuçları kesinleşmeden tebrik telefonu açtığı İran Devlet Başkanı için "Şüphesiz ki o benim arkadaşım ve bu iyi ilişki çerçevesinde bugüne dek hiç sorun yaşamadık." diyor. Batı tarafından teokratik İran'ın diktatörü olarak adlandırılan Ahmedinejad'ın sıkça övgüyle andığı Başbakan Erdoğan, İran'daki seçim sonrasında yaşanan olaylarla ilgili Ahmedinejad'la konuşup konuşmadığı sorusuna ise görüşmelerin daha ziyade ticaret ve dış ilişkilerle ilgili olduğunu, o konuyla ilgili yapılacak bir görüşmenin İran'ın iç işlerine karışmak anlamına gelebileceğini söyleyerek cevap veriyor. İran'ın nükleer programla ilgili soruya ise gelen yanıt; "İran, nükleer teknolojiyi silahlanmada değil enerji kaynağı yaratmak amacıyla kullandığını söylüyor." şeklinde.
Başbakan, İran'ın nükleer bir tehdit olduğuna inanan ülkelerden Fransa'nın Sarkozy liderliğinde takındığı Türkiye karşıtı tavrın sorulması üzerine ise Chirac dönemiyle Sarkozy dönemi arasındaki farka vurgu yaparak, Avrupa'nın bizzat kendi kurallarını çiğnediğini söylüyor ve Avrupa'nın Türkiye'nin Avrupa'yı Müslüman dünyaya açan bir köprü oluşuyla, diğer artılarının gözardı edilmemesi gerektiğini ekliyor.
Kısacası Başbakan Erdoğan, yine Batı'yı şaşırtacak açıklamalar yapmış gibi görünüyor.
Robert Tait'in bu makalesinin orjinal metnine buradan ulaşabilirsiniz.
Etiketler:
atom çekirdeğini doldurmayan gerginlik,
dış politika,
dünya
Pakistan'da Darbe Sesleri
Fenerbahçe-Galatasaray derbisiyle geçen bir pazarın ardından özellikle Ortadoğu ve Yakın Asya'da durum karışık.
Eski dost Pakistan, geçtiğimiz iki hafta boyunca önce Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u, hemen ardından da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı ağırladı. Dünyanın en çileli coğrafyalarından birinde, Amerikan operasyonları ve Afganistan'daki kaos sürerken, Pakistan da dirliğini sağlamakta çok zorlanıyor. Tam da darbe söylentilerinin yüksek sesle telaffuz edilmeye başladığı bu hafta başbakanın orada olması, Pakistan siyasetine bir soluk aldırabilir mi?
Bu günlerde Pakistan için iki tehdit iyice ayyuka çıkmış gibi görünüyor. Pencap ve Belucistan'daki ayrılıkçı isyanlar Başbakan Gilani'nin zaten sorgulanan otoritesinin boyunu aşmış durumda. Bu iç karışıklığın devamının ayrılıkçılıkla sonuçlanacak olması halihazırda limoni olan asker-siyaset ilişkisinde bir darbeyi muhtemel sonuç kılmak üzere.. Dahası Rusya, Çin ve ABD'nin, ki aynı anda Hindistan'ı da idare etmek zorunda, pozisyon almaya çalıştığı bölgede darbeyi bence çok olası kılan bir diğer etken de Pencap'taki sorunların büyümesi durumunda İran'ın toprak bütünlüğünün de tehlikeye girebilecek olması. Hem ordunun siyasetle anlaşmazlığı, hem de karışıklığın büyümesi durumunda fiili bir bölünmenin meydana gelecek olması üzerine Pakistan yöneticilerinin yaptığı büyük yolsuzluklar olduğu iddiaları da eklenice darbe olasılığı tavan yapıyor. Taliban'a yakınlığı da es geçmemek lazım ki bu Taliban eğilimi eğer bir darbe olursa darbenin Taliban'ın mı Amerika'nın mı hayrına olacağı sorusunu doğurmakta. Ülkede seçim sıklığında darbe yapıldığı da bir gerçek.
Ancak Pakistan'ın önünde, kısa ve orta vadede dört bir yanını saran dış baskılardan kurtulması mümkün olmasa da, bir yol daha olabilir. Bu zor da olsa, batı devletlerinin dillerinden düşmeyen demokrasi projesi gereği askeri bir yönetim yerine yeni ve daha kapsayıcı bir koalisyonun vücut bulup mücadeleye başlaması olabilir. Çünkü başta ABD olmak üzere dış dünya için şu anda bir Pakistan darbesi, birinci öncelikle önlenmesi gereken bir felaket. Bunun da sonucu başta Afganistan olmak üzere her yerde Taliban ile mücadelenin sertleşmesi ve yoğunlaşması olacaktır. Pakistan ordusu geçtiğimiz gün Taliban'ın Kotkai üssünü ele geçirmeyi başardı örneğin. Krizin yavaş yavaş uzaklaştığı bir dönemde Irak'tan çekilme takvimi belirlemiş Obama hükümetinin Afganistan'a daha çok asker ve para sevkedebilmesi mümkün mü bilemiyorum, ki şüphesiz askeri destek için kapısı ilk çalınacak ülkelerdeniz.
Önümüzdeki günler ne gösteriri bilemiyorum ama yazıyı The Guardian yazarı Simon Tisdall'un bir sözü ile bitirmek istiyorum:
"ABD gibi dostları varken, Pakistan'ın düşmana ihtiyacı var mı?"
Eski dost Pakistan, geçtiğimiz iki hafta boyunca önce Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u, hemen ardından da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı ağırladı. Dünyanın en çileli coğrafyalarından birinde, Amerikan operasyonları ve Afganistan'daki kaos sürerken, Pakistan da dirliğini sağlamakta çok zorlanıyor. Tam da darbe söylentilerinin yüksek sesle telaffuz edilmeye başladığı bu hafta başbakanın orada olması, Pakistan siyasetine bir soluk aldırabilir mi?
Bu günlerde Pakistan için iki tehdit iyice ayyuka çıkmış gibi görünüyor. Pencap ve Belucistan'daki ayrılıkçı isyanlar Başbakan Gilani'nin zaten sorgulanan otoritesinin boyunu aşmış durumda. Bu iç karışıklığın devamının ayrılıkçılıkla sonuçlanacak olması halihazırda limoni olan asker-siyaset ilişkisinde bir darbeyi muhtemel sonuç kılmak üzere.. Dahası Rusya, Çin ve ABD'nin, ki aynı anda Hindistan'ı da idare etmek zorunda, pozisyon almaya çalıştığı bölgede darbeyi bence çok olası kılan bir diğer etken de Pencap'taki sorunların büyümesi durumunda İran'ın toprak bütünlüğünün de tehlikeye girebilecek olması. Hem ordunun siyasetle anlaşmazlığı, hem de karışıklığın büyümesi durumunda fiili bir bölünmenin meydana gelecek olması üzerine Pakistan yöneticilerinin yaptığı büyük yolsuzluklar olduğu iddiaları da eklenice darbe olasılığı tavan yapıyor. Taliban'a yakınlığı da es geçmemek lazım ki bu Taliban eğilimi eğer bir darbe olursa darbenin Taliban'ın mı Amerika'nın mı hayrına olacağı sorusunu doğurmakta. Ülkede seçim sıklığında darbe yapıldığı da bir gerçek.
Ancak Pakistan'ın önünde, kısa ve orta vadede dört bir yanını saran dış baskılardan kurtulması mümkün olmasa da, bir yol daha olabilir. Bu zor da olsa, batı devletlerinin dillerinden düşmeyen demokrasi projesi gereği askeri bir yönetim yerine yeni ve daha kapsayıcı bir koalisyonun vücut bulup mücadeleye başlaması olabilir. Çünkü başta ABD olmak üzere dış dünya için şu anda bir Pakistan darbesi, birinci öncelikle önlenmesi gereken bir felaket. Bunun da sonucu başta Afganistan olmak üzere her yerde Taliban ile mücadelenin sertleşmesi ve yoğunlaşması olacaktır. Pakistan ordusu geçtiğimiz gün Taliban'ın Kotkai üssünü ele geçirmeyi başardı örneğin. Krizin yavaş yavaş uzaklaştığı bir dönemde Irak'tan çekilme takvimi belirlemiş Obama hükümetinin Afganistan'a daha çok asker ve para sevkedebilmesi mümkün mü bilemiyorum, ki şüphesiz askeri destek için kapısı ilk çalınacak ülkelerdeniz.
Önümüzdeki günler ne gösteriri bilemiyorum ama yazıyı The Guardian yazarı Simon Tisdall'un bir sözü ile bitirmek istiyorum:
"ABD gibi dostları varken, Pakistan'ın düşmana ihtiyacı var mı?"
Etiketler:
dış politika,
dünya,
pakistan'da darbe sesleri
24 Ekim 2009 Cumartesi
Taraf ve Taraftar Dernekleri
Bugünkü mevzumuz Taraf ile ilgili. Taraf ve ağırlıklı olarak Taraf okurları hakkında düşündüklerimi yazmayı ertelemem NTV-Taraf kavgasına kadarmış, şimdi tetiklendim.
Taraf gazetesi, Alkım Gazetecilik AŞ adına sahibi Başar Arslan, Gen. Yay. Yön. ve kurucu sıfatıyla Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Yıldıray Oğur, Murat Belge, Alper Görmüş, Ethen Mahçupyan, Halil Berktay, Cihan Aktaş, Demiray Oral, Orhan Miroğlu, Önder Aytaç, Emre Uslu, Rasim O. Kütahyalı, Sevan Nişanyan ve daha birçok ünlü/tartışmalı ismi kadrosunda barındıran bir medya organı.
Kurulduğu günden bu yana Türk (peki Türkiye olsun) basınının en dikkat çeken, en tartışmalı haberlerine imza attılar. Elbette o tarihten bu yana da aşağıda özetleyeceğim iddialarla da suçlandılar. Neydi bu iddialar, ve neden çıkarılmışlardı? Kısaca:
* Amerikan ajanlığı (Yasemin Çongar ve aile bağları temelindeydi iddialar)
* Gülen cemaatinin finansmanında, iktidarın dümen suyunda olmak (Sahibinin Alkım, dağıtımcısının Turkuvaz olmasıyla dayanaklandırılmıştı)
* Belgelerin el altından kasıtlı olarak sızdırıldığı maşa (TSK hakkında ve/veya devam eden ünlü dava ilgili elde edilen belgeler bu iddiayı popülerleştiriyordu)
Tüm bunların doğruluğunu/yanlışlığını, hatta bu şüphelerin gerekliliğini/yersizliğini ve yazarlarının toplumdaki kişisel konum ve algılanışlarını bir kenara koyarak geriye bakarsak, Taraf tarafından duyurulmuş birçok bomba haber karşımıza çıkıyor. "Aktütün baskını"ndan, "el bombası cezası"na yahut "Gülen ve AKP'yi bitirme planı"na dek birçok şok edici ve çoğu doğrulanmış haber ilk kez Taraf gazetesinin avlayabildiği gizli belgelerle ortaya çıktı.
Bir gazetecilik uzmanı değilim, ama okur algım genelde atlatma haberleri, atlatma belgeleri ettiğinden daha fazla takdir eder. Çünkü atlatma haber, el geçirilen belgelerin matbaaya gönderilmesinden ziyade çapraz kontroller ve yeterlilik sorgulamasıyla işlenmiş bir değer sunmaktır.
Taraf önemli ve yer yer başarılı haberlere imza attığından beri içimde yükselen bir "müthiş gazetecilik becerileriyle haber atlatan haberciler" değil "el altından servis edilen belgeleri redaksiyona sokup yayınlayan matbaa" algısı mevcut. Elbette NTV-Taraf kavgasına dek, bunlar hislerden ibaretti.
Burada kısa bir ara verip Taraf okurlarından bahsetmek zorundayım ki yazının sonu derli toplu olsun. Öğrenim hayatımın başından beri gazetelerle, haberlerle haşır neşir olmayı seven biri olarak hafızamda bazı olaylar kalmış. Okuduğum gazeteyi seçerken bazı kriterlerim olmuş ve dahası bu medya organlarında dramatik değişimler, kötüye gidişler ya da güven kaybına sebep olan olaylar yaşandığında bu durumu önyargısızca görmüş ve gazetemi, okuduğum yazarları değiştirmişim. Rauf Tamer'in skandalı ortaya çıkmış okumayı bırakmışım, Milliyet'in ekonomi yaklaşımlarını yanlı bulmuşum almamaya başlamışım, Turhan Selçuk'un karikatürünü saygısızlık olarak görüp Cumhuriyet'e ara vermişim, Radikal İki'ye kızıp Radikal'ı es geçmişim, Doğan haberlerine kızıp Hürriyet'ten soğumuşum ve böyle gitmiş. Tüm bunlar olurken de elenen gazeteleri tümden reddetmek yerine takip etmeye bir şekilde devam edip kendime altın karma bir sentez yapıp onları okumaya karar vermişim. Bütün bunları yapabilmemi sağlayan ise tuttuğu tek takımın Galatasaray olması, gazeteleri takım olarak görmemem. Hiçbir gazeteye babamın oğluymuş gibi güvenmemem, hiçbir cemaatin tasarım ödüllü gazetesine mahkum olmayışım.
Ancak ne yazık ki, bu ülkede zihinlerinin en berrak, ufuklarının ise en açık olduğunu iddia edenler bugün bir gazetenin hayati hatasını dahi savunabiliyor, bu sebeple gazeteyi topa tutanları da "ezberci statükonun son özgür kaleyi yıkmaya çalışan darbecileri" olarak görüyor. Takım tutar gibi gazete tutuyor, yukarıda isimlerini zikrettiğim insanlara babasından çok güveniyor ve nihayetinde aklı selim bir okurda olması gereken tek kavramı, yani "her şartta herkesi sorgulayabilme" yetisini yele veriyor, toprağa gömüyor. Bu zihniyetin bir üst kademesi ise bir eve aynı gazeten dört abonelik almak, gazeteleri apartmanlara bedava bırakmak veya bir yazar çocuk tacizcisi çıksa bile "kol kırılır yen içinde kalır" şiarıyla kedi kumunda eşelenmek elbette. Bu zihniyet, bu medya milliyetçiliği en hafif tabiriyle kör aymazlıktır, bir çift at gözlüğü ve "şu şu şu bir de şu kurumlar kötüdür, gerisi bana uyar" algısı yaratmaktan öteye gidemez.
Gerçi düşününce, bir gazete eline gelen bilgileri sorgulamadan basıyor, okurları da o bilgiler yanlış çıksa bile gazetesini sorgulamıyor, o da bir değişik yüzük kardeşliği...
Doğruya doğru; bir gazete yanlış haber yapabilir, okurlarından ve kamuoyundan özür diler, tekzibini yayınlar ve hayat devam eder. Burada hiçbir sorun göremiyorum.
Lakin Taraf gazetesinin NTV olayındaki tavrı bir "habercilik" değildir ki yalan yanlış habercilik olsun. Ben bir gazetenin bana, doğruladığı, analiz ettiği, önem ve akla yatkınlık değerlendirmesini yaptığı haberi sunmasını isterim, sunmazsa güvenimi yitiririm, bunun altında da başka sebepler ararım.
Taraf'a durmadan belge servis edildiği ya da şöyle diyelim, Taraf muhabirlerinin durmadan gizli belgelere ulaşabilen göz bebeği gazeteciler olduğu malumumuz.
Bir gazetenin eline gelen bu belgilerle ilgili sansasyonel haberler yaparken belgelerin güvenilirliğini ve doğruluğunu, içeriğin eksik mi tam mı, tutarlı mı tutarsız mı olduğunu sorgulayıp öyle basmasını bekleriz. Yani hepimiz bunu bekliyordur umarım. Zira belgeleri bu kontrol süreçlerine tabi tutmazsak birinin odamızın kapısına bıraktığı kağıtları, ya da madem biri servis etmiyor, bizim geceleri camdan içeri girip fotokopisini çektiğimiz belgeleri bir redaktöre götürüp imla hatalarını düzelttirip basmak habercilik değildir. Bu sürecin ürününe de haber denmez. Birgün gelir o gizli kaynaklar birilerini hedef gösterebilecek şekilde, o ya da bu motivasyonlarla size sahte, yanlış bilgi içeren belgeler servis ederler, siz de bunları düşünmeden, çalışmadan, kontrol etmeden basarsınız. Ama kusura bakılmasın bunun adına da yanlış habercilik değil, "maşa"lık diyeceklerdir elbette. Zaten bin çeşit iddia ile samimiyetinizin ve kaynağınızın üzerine gelinen bir gazete iseniz bunun karşınızdakileri haklı çıkaracağı da aşikar.
Taraf güvenilirliğini yitirmiştir, zira bugüne kadar yaptığı doğru addedilen haberleri de dürüst, başarılı, özenli habercilik yöntemlerine değil, kendilerine belgeleri servis edenlerin insafına borçlu oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Taraf gazetesi bir belge avcısı kurye, gelen belgeleri redaksiyon işlemine sokacak bir redaktör, ve hatta kaynağa göre çevirmen de lazım, bir de basım ekibi kurmak suretiyle başta editörler ve yayın yönetmeni olmak üzere herkesi işten çıkarıp masraflarından kurtulabilir. Boşa maaş ödemek manasız, devir ekonomi devri.
Kalkıp NTV olayı için, ki ne belgenin kaynağında yer almasının ne de gazeteye düşmesinin saçmalık diye nitelendirilebilmesine yetecek kadar abukluk içermesine hiç değinmeyeceğim, "Bize gelen belge yanlıştı ama biz de ne yapalım, basıverdik; eksiklik TİB'den kaynaklanıyor" demek ise iyice şaşırtıcıdır. Çünkü cep telefonuyla helikopter düşürme iddiasını "Ohoo ben daha neler gördüm, bu iddia da gerçek olabilir." diyerek doğrulayabilen muhabirlerin görevidir yapacağı haberin detaylarını soruşturmak. Hele ki çoğumuzun ısrarla es geçtiği "Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünden sorumlu olmak" gibi Türkiye'de çok rahat infial yaratıp belki de kan dökülmesine sebep olabilecek kadar hassas, bin kez kontrol edilmesi gereken haberler yaparken. Mirgün Cabas'ın bu süreçte içinde olduğu risk ne kadar büyükse, özrün bedeli de o oranda büyür. Zaten belli ki Ruşen Çakır bu özrü pek yeterli bulmuş değil.
Tüm okurlar! Haberlerini güvenebileceğiniz süreçlerle kontrol etmeyen ve birgün istismar edilmeleri, belge üreteçlerince kullanılmaları tam da bu sebeple kaçınılmaz olan habercilere de "Olsun boşver, geçenlerde süper bir TSK belgesi yakalamışlardı" naraları atarak destek çıkmak makul görünmüyor. "Başka gazeteler de yalan haber yapıyor" argümanı ise taraftarı olduğunuz gazeteyi yukarı itmediği gibi, bilakis o medya organlarının da debelendiği çukura çekiyor. Türkiye'nin şeffaflaşmasının yolu "Benim tarafım hata da yapsa, varsın olsun" demekle değil, bir gün herkesten hesap sorabilecek kadar uyanık olmaktan geçiyor, hataları hatıralarla örtmeye çalışarak değil. Yani bir dirhem eski belge, bin ayıp örtmüyor.
Özetle, Taraf "habercilik" açısından kendi düzenini sorgulamalı ve haberciliği belge defineciğinden öteye götürebilmelidir. Kaybettiği güvenin tesisi "sarsıcı" belgeler uzmanlığından değil, "sarsıcı" haberler uzmanlığından geçiyor.
Bu süreç boyunca Taraf'ın haberi hazırlankenki üslubundan, NTV yetkilileriyle temas çabalarındaki eksikliklere dek her şey yanlıştır. Bu kadar hassas, ölümcül bir konudaki bir yanlış hakkında ilk gün NTV'ye bağlanıp neredeyse NTV habercilerini azarladı, ertesi gün de özür dileriz diye manşet attı diye "dünyanın özür dileyebilme erdemini gösteren en muhteşem basın organı" payesini bahşetmek kraldan çok kralcılıktır.
Bu yazıyı sona erdirirken bana yöneltilebilecek en önemli eleştiri, oturmuş Taraf'ın NTV ekibini genç gazeteciler olarak tanımlayabilecek kadar tecrübeli gazetecilerine gazetecilik dersi veriyor olmamdır sanırım. Buna da cevabım şu:
Ahmet Altan 23.10.2009 tarihinde NTV ve Gazetecilik başlıklı yazısıyla NTV'ye bir de habercilik dersi verebiliyorsa, ben de kendimi belge koleksiyonculuğu ile güvenilir habercilik arasındaki farkı vurgulayabilecek kadar yetkin hissediyorum.
Etiketler:
medya,
ntv,
taraf,
taraf ve taraftar dernekleri
23 Ekim 2009 Cuma
On Her Majesty's Secret Service
Başlığımız George Lazenby'ın hayat verdiği bir Bond macerasından. Hem majestelerine hizmetin yeri ve önemi hem de gizli ajanlık, uzay teknolojisi ve fantastik komplo teorileriyle konumuzu güzelce temsil ettiğine inanıyorum. Bugün size dün gece, baldırlarım üşümüş bir halde rüyasını gördüğüm bir maceradan bahsedeceğim.
****
Virgül Cabbar ve Tuşan Çakar kanka kıvamında iki habercidir. Ancak bu ikili aslen habercilikle dikkat dağıtan undercover(gizli) ajanlardır. Bu ajanlardan Virgül bir gün otururken aniden kendisine vahiy gelir. Bu vahiyde bir politikacının son anda helikopter kullanarak mitinglere katılmaya karar verdiği bilgisi vardır. Virgül Cabbar durduk yere "İyisi mi bu adamı öldüreyim!" der Hemen bir telefon kulübesine girer, haberci gömleğini çıkarıp ajan gömleğini giyer ve daha evvel e-bay'den aldığı "cepten aranınca manyetik alan yaratarak altimetreyi bozan ve helikopter düşüren" çipi mahalle bakkalının çırağına verir ve tembihler; "Oğlum koş bunu politikacının helikopterine tak, ama hızlı git taksiye bin gerekirse, bizim kanaldan ödenek çıkartırım makbuz almayı unutmazsan!"
Bakkal çırağı bir koşu çipi takmak için helikoptere yollanır. Yaşıtlarından, hatta bazı ünlü gazetecilerden daha zeki çırak, "Ya bu Virgül abi de keşke çipe basit bir devre ekleyiverseymiş, bu telefonla düşürme çipiyle uğraşmazdık. Hem belki dağda havada telefonlar çekmez?" diye de sorgulamalara girişir. Lakin 007 Virgül zaten bu helikopter suikastının emprovize olmasını, inceden füzyon cazı andırmasını dilemektedir.
Çırak helikoptere yaklaşır, çipi camdan içeri atar ve Virgül'ü arayıp haber verir.
Virgül bir koşu kanalının dış haberler santraline oturur bir telefon sapığı gibi helikopterdekileri aramaya başlar. Yüzü aşkın aramaya rağmen helikopterdekiler telefonu açmamaktadır. Ama aynı helikopter yolcuları partinin o esnada başka bir kentteki mitingine bizzat helikopterden telefonla katılmışlardır. Ama Virgül'ün yüzlerce aramasını açan olmaz. İkiyüz üçyüz kez çalan telefon da hiçbir telefon sahibini rahatsız etmez, kimse bu aramaları görmez.
Nihayetinde Virgül'ün otomatiğe aldığı aramaların sonuncusu, elektromanyetik bir etki alanı yaratarak "manuel olarak uçurulan" helikopterin altimetresini "dijital bir komployla bozma mucizesini gerçekleştirerek" politikacı ve beraberindekileri öldürür. Miting için yapılan arama ise dijital çipi Virgül kadar hislendirememiş olsa gerek ki, o düşürememiştir helikopteri.
Büyük yankı getiren olay kayıtlara kaza olarak geçse de birkaç ay sonra Newyorker bir gazeteci olan Cassandra Çıngar ve romantik prens Hikmet Baltan bu olayın aslen politikacıyı öldürmek için düzenlenen dijital bir suikast olduğunu ortaya çıkaran bir haberi gazetelerinde yayınlarlar. Haberde Virgül'ün helikopter yolcularını kazadan sonra habercilik amaçlı değil kazadan önce "Oh Jesus, why dude whoa?!" sorusunu sorduracak kadar şüpheli gayelerle aradığı resmi soruşturma kayıtlarına dayandırılmaktadır.
Virgül, Tuşan ve April O'neil beraberinde kanal yöneticileri ile idam edilir. Cevval habercilerimiz ise bir kiraz ağacı ve bir kadın memesinden oluşan çeşitli Noel sepetleri ile ödüllendirilir.
****
Sonra gülerek uyandım. Neden böyle bir rüyadan gülerek uyandığımı sorgularken rüyamın bir kısmının eksik olduğunu ise farkettim ve şimdi ekleyeyim diyorum.
Virgül'ün yaptığı aramalar kanalın anlaşmalı olduğu servis sağlayıcısı tarafından kayıt altına alınmıştı ve bu kayıtlar Tavaf gazetesininde ve aynı gazetenin iddiasına göre soruşturma dosyasında, çok yanlış bir şekilde GMT (Greenwich Mean Time) düzeniyle yer almaktaydı. Oysa kazanın yaşandığı ülke GMT+2 saat dilimindeydi.
Yani Virgül aslen ajan değil, yaşına göre eli yüzü düzgün bir haberciydi ve aramaları kazadan sonra yapmıştı; 14.46 aslen 16.46'ydı. Virgül ne motive sahibiydi ne eylemin kendisi ile alakası vardı ve yaptığı açıklamaların haklılığı ortaya çıkmıştı. Ortada bir bakkal ve çırağı olsa da uzay teknolojisiyle üretilen suikast çipi ortalarda yoktu. Helikopterdekilerin yüzlerce aramadan rahatsız olmama sebebi ise aramaların onlar muhtemelen bu dünyadan göçtükten sonra gerçekleşmiş olmasıydı.
Bu gelişmelerin üzerine April O'neil sevinçten tulumunu çıkarıp üzerime doğru... (hmm, sanırım rüyanın bu kısmı bana kalmalı)
Peki ya diğer taraf? Çıngar, Baltan ve muhabir ise "Biz kanalın otoparktan sorumlu müdürünü aramıştık o bize 'Ya Nüyork Knicks maçı ne oldu?' diye cevap verdi" ve "Bence biz haklıyız, biz her belgeyi her haberi oturup doğrusu nedir diye mi araştıracağız canım işimiz mi yok, gazeteci miyiz lan gerçekten?" diye ekledi.
Sonra gülerek uyandım, bunlara gülüyormuşum.
Takma Virgül keyfine bak.
****
Virgül Cabbar ve Tuşan Çakar kanka kıvamında iki habercidir. Ancak bu ikili aslen habercilikle dikkat dağıtan undercover(gizli) ajanlardır. Bu ajanlardan Virgül bir gün otururken aniden kendisine vahiy gelir. Bu vahiyde bir politikacının son anda helikopter kullanarak mitinglere katılmaya karar verdiği bilgisi vardır. Virgül Cabbar durduk yere "İyisi mi bu adamı öldüreyim!" der Hemen bir telefon kulübesine girer, haberci gömleğini çıkarıp ajan gömleğini giyer ve daha evvel e-bay'den aldığı "cepten aranınca manyetik alan yaratarak altimetreyi bozan ve helikopter düşüren" çipi mahalle bakkalının çırağına verir ve tembihler; "Oğlum koş bunu politikacının helikopterine tak, ama hızlı git taksiye bin gerekirse, bizim kanaldan ödenek çıkartırım makbuz almayı unutmazsan!"
Bakkal çırağı bir koşu çipi takmak için helikoptere yollanır. Yaşıtlarından, hatta bazı ünlü gazetecilerden daha zeki çırak, "Ya bu Virgül abi de keşke çipe basit bir devre ekleyiverseymiş, bu telefonla düşürme çipiyle uğraşmazdık. Hem belki dağda havada telefonlar çekmez?" diye de sorgulamalara girişir. Lakin 007 Virgül zaten bu helikopter suikastının emprovize olmasını, inceden füzyon cazı andırmasını dilemektedir.
Çırak helikoptere yaklaşır, çipi camdan içeri atar ve Virgül'ü arayıp haber verir.
Virgül bir koşu kanalının dış haberler santraline oturur bir telefon sapığı gibi helikopterdekileri aramaya başlar. Yüzü aşkın aramaya rağmen helikopterdekiler telefonu açmamaktadır. Ama aynı helikopter yolcuları partinin o esnada başka bir kentteki mitingine bizzat helikopterden telefonla katılmışlardır. Ama Virgül'ün yüzlerce aramasını açan olmaz. İkiyüz üçyüz kez çalan telefon da hiçbir telefon sahibini rahatsız etmez, kimse bu aramaları görmez.
Nihayetinde Virgül'ün otomatiğe aldığı aramaların sonuncusu, elektromanyetik bir etki alanı yaratarak "manuel olarak uçurulan" helikopterin altimetresini "dijital bir komployla bozma mucizesini gerçekleştirerek" politikacı ve beraberindekileri öldürür. Miting için yapılan arama ise dijital çipi Virgül kadar hislendirememiş olsa gerek ki, o düşürememiştir helikopteri.
Büyük yankı getiren olay kayıtlara kaza olarak geçse de birkaç ay sonra Newyorker bir gazeteci olan Cassandra Çıngar ve romantik prens Hikmet Baltan bu olayın aslen politikacıyı öldürmek için düzenlenen dijital bir suikast olduğunu ortaya çıkaran bir haberi gazetelerinde yayınlarlar. Haberde Virgül'ün helikopter yolcularını kazadan sonra habercilik amaçlı değil kazadan önce "Oh Jesus, why dude whoa?!" sorusunu sorduracak kadar şüpheli gayelerle aradığı resmi soruşturma kayıtlarına dayandırılmaktadır.
Virgül, Tuşan ve April O'neil beraberinde kanal yöneticileri ile idam edilir. Cevval habercilerimiz ise bir kiraz ağacı ve bir kadın memesinden oluşan çeşitli Noel sepetleri ile ödüllendirilir.
****
Sonra gülerek uyandım. Neden böyle bir rüyadan gülerek uyandığımı sorgularken rüyamın bir kısmının eksik olduğunu ise farkettim ve şimdi ekleyeyim diyorum.
Virgül'ün yaptığı aramalar kanalın anlaşmalı olduğu servis sağlayıcısı tarafından kayıt altına alınmıştı ve bu kayıtlar Tavaf gazetesininde ve aynı gazetenin iddiasına göre soruşturma dosyasında, çok yanlış bir şekilde GMT (Greenwich Mean Time) düzeniyle yer almaktaydı. Oysa kazanın yaşandığı ülke GMT+2 saat dilimindeydi.
Yani Virgül aslen ajan değil, yaşına göre eli yüzü düzgün bir haberciydi ve aramaları kazadan sonra yapmıştı; 14.46 aslen 16.46'ydı. Virgül ne motive sahibiydi ne eylemin kendisi ile alakası vardı ve yaptığı açıklamaların haklılığı ortaya çıkmıştı. Ortada bir bakkal ve çırağı olsa da uzay teknolojisiyle üretilen suikast çipi ortalarda yoktu. Helikopterdekilerin yüzlerce aramadan rahatsız olmama sebebi ise aramaların onlar muhtemelen bu dünyadan göçtükten sonra gerçekleşmiş olmasıydı.
Bu gelişmelerin üzerine April O'neil sevinçten tulumunu çıkarıp üzerime doğru... (hmm, sanırım rüyanın bu kısmı bana kalmalı)
Peki ya diğer taraf? Çıngar, Baltan ve muhabir ise "Biz kanalın otoparktan sorumlu müdürünü aramıştık o bize 'Ya Nüyork Knicks maçı ne oldu?' diye cevap verdi" ve "Bence biz haklıyız, biz her belgeyi her haberi oturup doğrusu nedir diye mi araştıracağız canım işimiz mi yok, gazeteci miyiz lan gerçekten?" diye ekledi.
Sonra gülerek uyandım, bunlara gülüyormuşum.
Takma Virgül keyfine bak.
Etiketler:
medya,
muhsin yazıcıoğlu,
ntv,
on her majesty's secret service,
taraf
22 Ekim 2009 Perşembe
Shakira Şaşırttı
Lily Allen geçtiğimiz günlerde hükümetin sanat eseri korsanlığına karşı hazırlandığı sert darbeye destek vermişti. Dünya Arjantin'e minare Peru'ya mottosuyla yaşayan güzel insanların kıtası Güney Amerika'nın ünlü şarkıcısı Shakira ise, Daily Mail'e konu ile ilgili şaşırtıcı bir açıklama yapmış:
"Bence bu güzel bir şey, beni hayranlarıma yaklaştırıyor. Müziğin demokratikleşmesi gibi düşünebiliriz. Müzik bir hediyedir ve öyle kalmalıdır"
Herkes Shakira'nın milyoner bir pop yıldızı olma rahatlığıyla bunları öylediğini düşünse de onunla hemfikir olan isimler yok değil. Nick Mason (Pink Floyd) ve Ed O'Brien (Radiohead) gibi zengin müzisyenler de korsan paylaşıma karşı olmadıklarını dillendirmişti.
Benim konu ile ilgili yorumum bu haberi alana dek farklıysa da, Shakira neylerse güzel eyler diyerek hemen konulduğum kabın şeklini alıyorum.
Etiketler:
dünya,
ekonomi,
müzik,
shakira şaşırttı
İstanbul Barosu'ndan Açıklama
Birkaç gündür ülke gündeminin ilk sırasını işgal eden 34 teröristin teslim olması hadisesi ve sonrasında yaşanan karşılama rezaleti, İstanbul Barosu'nun da bir yazılı açıklamayla fikir bildirmesine sebep oldu.
"Terör örgütü liderinin talimatıyla ülkemize Habur Sınır Kapısı'ndan giriş yapan 34 kişinin girdikleri andan, serbest bırakıldıkları sürece değin yaşananlar, hukuku ve yargı erkini doğrudan ilgilendirdiği için baromuzca bu konuda bir görüş açıklanması zorunlu olmuştur.
Öncelikle belirtilmelidir ki, ulusumuzu oluşturan insanların bir arada ve eşit biçimde kardeşlik duygularıyla huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamlarını sürdürmeleri en büyük dileğimizdir. Bunun sağlanması için ulus bütünlüğümüzü bozmayacak biçimde adımlar atılması son derece önemlidir. Ancak yıllardır ülkemizde terörist faaliyetlerde bulunan örgüt üyelerinin ve yandaşlarının otobüs üzerinden halkı selamlamaya dek varan davranışlarının onaylanması mümkün değildir. Anayasasında hukuk devleti olduğu yazılan bir ülkede hiç kimse terör örgütüne ve yandaşlarına kahraman muamelesi yapamaz, yapmamalıdır.
Burada eleştirilmesi gereken en önemli nokta, Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı ilkelerinin ihlal edilmiş olmasıdır.
Bu teslim olma-teslim alma şovunda yaşananlar en başta o hukuk devleti kurum ve kurallarını içine sindirmiş ve ona göre yaşam biçimi sürdüren vatandaşlarımıza saygısızlık; kanunlara aykırılık oluşturmuştur. Unutulmamalıdır ki, sınırdan giriş yapan kişiler, yine bu ülkeye, bu hukuk devletine ve bu ülkenin ceza yasası olan TCK'da yer alan etkin pişmanlık düzenlemelerine güvenerek, sınırı geçmişlerdir. Bu gerçek hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Gelen 34 kişinin sorgulanması sürecinde de açıkça hukuka aykırılıklar ve yargı bağımsızlığı ilkelerine gölge düşürecek davranışlar yaşandığı gözlemlenmektedir. Şüphelilerin sınırdan alınıp görevli Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderilmeleri gerekirken, Vali Yardımcısı tarafından karşılanıp "Hoş geldiniz" denmesi, kendileri için ayrı bir mahkeme kurulması, talimatla savcı ve hakim görevlendirilmesi, hakim ve savcıların helikopterlerle çadır mahkemelere taşınması ve sorguların burada yapılması, bu savcı ve hakimlerin şüphelilerin suç teşkil eden bazı beyanlarını tutanağa geçirmeyerek ya da bu beyanların kullanılmaması konusunda müdafii avukatlardan ricacı olmaları, normal bir hukuk devletinde yaşanabilecek olay ve olgular değildir.
Salt duvara yazı yazdığı için yıllarca yargılanıp cezaevlerinde tutulan çocuklar gerçeği karşımızda duruyorken, pişman olduklarını beyan etmedikleri halde bu kişilerin TCK'nın 221. maddesinden yararlandırılıp serbest bırakılmaları hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Bu durum doğal hâkim ilkesine de açıkça aykırıdır.
Yaşanan süreç, yargının bağımsızlığını yitirerek, Anayasanın 138. maddesinde yer alan hiç kimsenin mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez hükmüne karşın, yargı yürütmenin denetimindeymiş gibi bir izlenim doğmasına neden olmuştur. Daha iş yargıya intikal etmeden siyasi iktidar temsilcilerinin gelenlerin serbest bırakılacağı yönünde sözler vermesi, adalet üzerindeki yürütmenin açık izlerini göstermektedir.
Yargı kurumlarının görevlerini tam ve bağımsız bir şekilde yerine getirmeleri bir zorunluluktur. Bu zorunluluk yalnızca herkesin kanun önünde eşit olduğunun yazıldığı Anayasa gereği değil, aynı zamanda demokrasiye ve yargıya olan güven ilkesinin de önemli bir koşuludur."
****
Açıklama yeterince açık. DTP seçmenleri ve PKK sempatizanlarının rahatsız edici şölenleri başta halkın büyük bir bölümü olmak üzere iktidar, cumhurbaşkanlığı, muhalefet ve sivil toplum kuruluşları tarafından tepkiyle karşılaştı. Tepkilerin şiddeti ise sahiplerinin açılım yelpazesinin hangi kıvrımında durduklarıyla orantılıydı elbette.
Bu gösteriyi kimse kusura bakmasın "freak show" olarak nitelendirmek yanlış olmaz kanaatindeyim. Zaten Cem Gariboğlu'nun teslim oluşu bile daha plansız kalır bunun yanında. Zorla pişmanlık yasasına dahil edilen, pişmanlık duymayan propagandist örgüt üyeleri gerilla kıyafetleri içinde jiplerle teşrif ettiler. Aksini düşünenlere son iki gündür haber bültenlerinde yayınlanan görüntülere, gazetelere düşen fotoğraflara bakmasını alık veriyorum. Aslında bu karşılama garabeti, Türkiye'nin liberal olduğunu iddia eden ve bu sebeple radikal dincisinden etnik faşistine dek ana akım olmadığı sürece tüm kitlelere gaz veren, destek çıkan yazarları akıllandırmıştır hatta "Şu işe bak, şu olanlara bak, ya biz saflık etmişiz" dedirtir diye düşünmedim değil. Ama hemen geçti bu düşünce. İdrak yolları enfeksiyonu...
Yargının siyasallaşması konusunda özellikle son dört yıldır yoğunlaşmış birçok tartışma var. Bunu barolara ve yeni yasa tasarısı görüşmelerine bırakıp bazı gündem elementlerinin iki yüzlülüğü üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.
Bundan birkaç sene evvel iki siyasi parti için kapatma davalarının gündem olduğu günlerde, bir tartışma programı katılımıcısı şuna benzer bir şeyler zikretmişti:
"Adalet ve Kalkınma Partisi için açılan kapatma davası hukuki değildir, yargı siyasallaşmıştır, bu büyük bir tehlikedir."
Buraya kadar tutarsızlık içermediğine inandığım bu yorumun beş dakika ardından ise aynı şahıs şu cümleyi sarf etmişti:
"DTP kesinlikle kapatılmamalıdır, böyle bir dava ve olası kapatma sonucu siyaseten zararlar doğurabilir."
Al buyur, ne oldu siyasallaşan yargının büyük tehlikeleri? İsteyince köktencidemokrat, isteyince özgürlük savaşçısı, istemeyince oyunbozanlık. İşte bu ikircik zihniyetini sağ elimizde tutup sol elimize de bu karşılama olaylarını koyarsak yargının siyasallaşması üzerinden nasıl da ikiyüzlü bir süreç yaşandığını dikkatle görebiliriz.
İstanbul Barosu diyor ki, tutuklanıp ifadeleri alınması gereken kişileri vali yardımcısı karşılıyor, helikopterler tutuluyor seyyar mahkemeler kuruluyor. DTP lideri Türk, ki kendisinin partisine nazaran daha aklıselim olduğuna inananlardanım, diyor ki; "Türkiye bu sorunu (teröristlerin tutuklanması ihtimali) çözmelidir."
Ama belli ki yargıyla, hukukla değil, siyaseten çözmeliymiş. Ya sonra, iki gün sonra yine bu insanlar yargının siyasallaştığını iddia etmeyecekler mi? Yoksa geçerli mantık "Yargı hep size siyasallaştı biraz da bize siyasallaşsın!" mıdır?
Bugün teslim olan teröristler kalkıp "Bizi meclise götürün açıklamalar ve görüşmeler yapacağız!" deme cüretini gösteriyorsa bunun sorumlusu kimdir?
Ya da biri ülkenin en önemli davalarından birinde içeride bulunan ve belki de içlerinde gerçek suçluları da barındıran bir süreç hakkında bu kötüyü kıyas olarak kabul ederse kimin verecek cevabı, sağlam zemini kalır?
Şimdi Avrupa'dan bir avuç PKK mensubu daha geliyormuş, PKK Almanya'dan törenle uğurlayacakmış, muhtemeldir ki burda da yeni bir panayırla karşılanırlar. Onların güzergahı da belli.
Bu yüzden benden tavsiye, Almanya'dan falan siparişi olan varsa bunlara versin, 2-3 litre sınıfına takılıp viski getiremeyen falan varsa bunlar tonla getirir.
Zannetmiyorum ki havalimanında senin benim gibi üstleri aransın.
"Pasaport Kanunu'na muhalefet, teröristlerin kahraman gibi karşılanması ya da bu yerel yönetim organizasyonlu zılgıtlar ufak detaylardır efendim takılmayınız." deniyor. Peki takılmayalım madem.
21 Ekim 2009 Çarşamba
Restructing Plan
Haberimiz acı.
"Effective October 20, 2009, the Board of Directors of Sun Microsystems, Inc., in light of the delay in the closing of the acquisition of the Company, approved a plan to better align the Company’s resources with its strategic business objectives, including reducing its workforce across the North America, EMEA, APAC and Emerging Markets regions by up to 3,000 employees over the next 12 months.
The Company expects to incur total charges ranging from $75 million to $125 million over the next several quarters in connection with the Restructuring Plan, the majority of which relates to cash severance costs and is expected to be incurred in the second and third quarters of the fiscal year ending June 30, 2010."
Kaynak için tıklayınız
Yani ne diyor?
Özetle şirketin devrinde yaşanan gecikme hasebiyle Sun, şirket kaynaklarını stratejik hedefleri doğrultusunda daha etkin kullanabilmek amacıyla bir Yeniden Yapılanma Planı hazırlamış. Bu plan doğrultusunda da dünya genelinde 3000 çalışanının işine son vereceğini açıkladı.
Bu işten çıkarmaların ve genel olarak yapılanma planının şirkete, 30 Haziran 2010'da sona erecek mali yılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde gerçekleşmek üzere 75 ila 125 milyon dolar arasında bir meblağa mal olması bekleniyor.
Sun'ın bu satın alma işleri krize denk gelince anlaşılıyor ki işten çıkarmalar daha kanlı oldu. Şimdi gözler facebook aktivistlerimizde. Bence pek yakında "Sun MS'i protesto edin, internette okey tavla oynamayın!" temalı java boykotu çağrıları posta kutularımızı şenlendirir.
"Effective October 20, 2009, the Board of Directors of Sun Microsystems, Inc., in light of the delay in the closing of the acquisition of the Company, approved a plan to better align the Company’s resources with its strategic business objectives, including reducing its workforce across the North America, EMEA, APAC and Emerging Markets regions by up to 3,000 employees over the next 12 months.
The Company expects to incur total charges ranging from $75 million to $125 million over the next several quarters in connection with the Restructuring Plan, the majority of which relates to cash severance costs and is expected to be incurred in the second and third quarters of the fiscal year ending June 30, 2010."
Kaynak için tıklayınız
Yani ne diyor?
Özetle şirketin devrinde yaşanan gecikme hasebiyle Sun, şirket kaynaklarını stratejik hedefleri doğrultusunda daha etkin kullanabilmek amacıyla bir Yeniden Yapılanma Planı hazırlamış. Bu plan doğrultusunda da dünya genelinde 3000 çalışanının işine son vereceğini açıkladı.
Bu işten çıkarmaların ve genel olarak yapılanma planının şirkete, 30 Haziran 2010'da sona erecek mali yılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde gerçekleşmek üzere 75 ila 125 milyon dolar arasında bir meblağa mal olması bekleniyor.
Sun'ın bu satın alma işleri krize denk gelince anlaşılıyor ki işten çıkarmalar daha kanlı oldu. Şimdi gözler facebook aktivistlerimizde. Bence pek yakında "Sun MS'i protesto edin, internette okey tavla oynamayın!" temalı java boykotu çağrıları posta kutularımızı şenlendirir.
Etiketler:
dünya,
ekonomi,
restructing plan,
sun microsystems
"Yeni Gruplar Yolda"
Bugünkü manşetimiz Cumhuriyet'ten. Taraf'ın "Biji Tayyip Erdoğan" manşetini ise pek ilginçti. İçişleri Bakanı Beşir Atalay yaptığı açıklamada bir grup PKK mensubunun daha ülkeye dönerek teslim olacağı sinyallerini verdi. Grubun 150 kişi civarında olacağı da söylentiler arasında. Dün yaşanan terör örgütü şovundan rahatsızlığını belirten Başbakan Erdoğan, gövde gösterisine dönüşecek olayların açılma zarar vereceğinden bahsetti. MHP Lideri Bahçeli ise "Gelenler hac kafilesi değil." diyerek gösterilere tepkisini ortaya koydu. DTP ise Diyarbakır'da yapacağı mitingi iptal edeceği söylenmesine rağmen mitingi gerçekleştirdi ancak seçmenlerine sağduyu ve sürece destek olma çağrısı yaptı. Ne kadar gerçekleşir bekleyip göreceğiz.
"Kriz bitti mi?" "Emtia ne olur?""Altın fiyatları sekiz kat artar mı yoksa 800 dolar civarında mı kalır?" tartışıladursun, benzin fiyatları zamlandı. Benzinde son onbeş ayın en yüksek fiyatları geçerli olacak.
Bugünün bir diğer gelişmesi de ayrıca Ermenistan ile imzalanan protokollerin de TBMM Başkanlığı'na ulaşmasıydı. İlerleyen günlerde protokollerden bahsedeceğim.
Son olarak üç futbol takımımız bu akşam ve yarın akşam Avrupa sınavlarına çıkıyorlar, maçlar Star TV ve D-Smart'ta. Avrupa Ligi karşılaşmasında Galatasaray'a başarılar dileyerek yazıyı sonlandırıyorum.
"Kriz bitti mi?" "Emtia ne olur?""Altın fiyatları sekiz kat artar mı yoksa 800 dolar civarında mı kalır?" tartışıladursun, benzin fiyatları zamlandı. Benzinde son onbeş ayın en yüksek fiyatları geçerli olacak.
Bugünün bir diğer gelişmesi de ayrıca Ermenistan ile imzalanan protokollerin de TBMM Başkanlığı'na ulaşmasıydı. İlerleyen günlerde protokollerden bahsedeceğim.
Son olarak üç futbol takımımız bu akşam ve yarın akşam Avrupa sınavlarına çıkıyorlar, maçlar Star TV ve D-Smart'ta. Avrupa Ligi karşılaşmasında Galatasaray'a başarılar dileyerek yazıyı sonlandırıyorum.
20 Ekim 2009 Salı
460 Dakika
Günün diğer önemli olayı Milli Güvenlik Kurulu toplantısıydı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün gelecekte ana muhalefet partisinin de yer alması arzusunu dillendirdiği MGK Olağan Toplantısı tam yedi saat kırk dakika sürdü ve elbette ardından kısa bir basın açıklaması ile ele alınan konular sıralandı.
Muhtemelen en ağırlıklı iki konu Ermeni ve Kürt Açılımı adıyla bilinen konular olmuştur. Açıklamada bunlardan başka Irak, Kafkasya ve Afganistan konularının gündeme geldiği yer alıyor. Açıklamanın en önemli vurgusu ise kuşkusuz Yukarı Karabağ ve Güney Kafkasya sorunlarına ait süreç ile ilgili bölümdü. Yine önemli bir detay da teslim olan terör örgütü mensupları ile ilgili yorum yapılmamış olmasıydı. Zaten MGK zirvesi gibi büyük ölçekli stratejilerin konuşulduğu bir toplantıda bu yorum, yanlış anlaşılmalara yol açabilir, gereksiz bir muhatap alma tartışması yaratabilirdi. Son olarak açıklamada tezkereye de değinilerek terörle mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği mesajı verildi.
Uzun bir MGK toplantısı da böyle geldi, geçti.
Muhtemelen en ağırlıklı iki konu Ermeni ve Kürt Açılımı adıyla bilinen konular olmuştur. Açıklamada bunlardan başka Irak, Kafkasya ve Afganistan konularının gündeme geldiği yer alıyor. Açıklamanın en önemli vurgusu ise kuşkusuz Yukarı Karabağ ve Güney Kafkasya sorunlarına ait süreç ile ilgili bölümdü. Yine önemli bir detay da teslim olan terör örgütü mensupları ile ilgili yorum yapılmamış olmasıydı. Zaten MGK zirvesi gibi büyük ölçekli stratejilerin konuşulduğu bir toplantıda bu yorum, yanlış anlaşılmalara yol açabilir, gereksiz bir muhatap alma tartışması yaratabilirdi. Son olarak açıklamada tezkereye de değinilerek terörle mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği mesajı verildi.
Uzun bir MGK toplantısı da böyle geldi, geçti.
"Test Dönüşü"
Günün en önemli iki gelişmesinden ilkini konu edeceğim önce. Haber, sekiz PKK militanı ile yirmialtı mültecinin Habur Sınır Kapısı üzerinden Türkiye'ye girişi... Medyadaki en etkileyici tabir bence Hürriyet'in TEST DÖNÜŞÜ manşetiydi, bu sebeple ben de başlığı böyle seçtim.
Bilindiği üzere 34 kişi Kandil ve Mahmur'dan lüks ciplerle Habur sınırına geldi, binlerce DTP'li tarafından coşkuyla karşılandı. Özel yetkili savcıların sorguları ardından Etkin Pişmanlık Yasası'ndan faydalanmak istemeyen terör örgütü mensupları seyyar mahkemece verilen kararla serbest bırakıldılar. Daha sonra DTP yetkililerinin açıklamaları, otobüs üzerinden çiçek atan grup için yapılan şölenler birbirini izledi.
Türk medyası bu hususta ikiye ayrılmış durumda. Elbette olaya PKK gözlüğüyle bakan ya da çok kayıtsız kalan uç medya organlarından bahsetmiyoruz. İktidara yakın addedilen gazeteler bu gelişmeyi "Eve Dönüş Bayramı", "Açılıma Dağ Dayanmaz", "Cumhuriyetin Barış Milâdı" gibi cümlelerle manşetlere taşırken bir zamanlar "Avrupa Birliği'ne Girdik" diye gündüz gözüyle havai fişek atılan günleri, özel ilk sayfalarla basılan gazetelerin heyecanını andırıyordu. İktidara karşı olduğu söylenen gazeteler ise olayı "PKK'liler geldi", "Nereden Nereye" gibi orta yollu manşetlerden "Türkiye Şaşkın", "Yazıklar Olsun" gibi köşeli manşetlere kadar geniş bir tepki aralığıyla duyurdular. Bazı gazetelerin, gelen grubun pişmanlık yasasından faydalanacakları iddiası ile doğru değildi.
Siyasilerin geneli pozitif ama temkinli bir duruş sergilemekle beraber, DTP milletvekilleri teslim olan grubu barış elçileri olarak nitelediler. Böyle bir durumda uzlaşı zaten mümkün değil.
PEKİ OKUR YAZAR ADAM NE DÜŞÜNÜYOR?
Şu aralar yakalanmamak ama teslim olmak moda malum. Cinayet ya da örgüt üyeliği fark etmiyor. Dağdan inen ekibin PKK'nın çözülmesi ile ilgili olduğunu düşünmek saflık olur. Zaten teslim olan grup da Öcalan'ın çağrısı/talimatı üzerine "düz ova"ya indiklerini söylüyorlar. Kaçışsız çözülme olmaz. DTP'nin barış elçileri olarak nitelendirdiği bu grubu ben posta güvercinleri olarak nitelendiriyorum. Zira terör örgütünden bir mesaj ayaklarına bağlanmış halde penceremize kondular.
Sınır kapısından giriş yapan grubu karşılarken halaylar çeken, grubun karanfiller fırlattığı, PKK lehine sloganlar atan kitle durumu aleni bir zafer propagandasına dönüştürmüş durumdaydı. Ancak DTP yetkilileri bunun bir barış ümidi coşkusu olduğunu söylüyor. Hassasiyetlerin dikkate alınmadığı bir noktada bu trajikomik. Özellikle bölgede bu olay ardından yaşanan zafer işaretli, Apo sloganlı curcunalar, ülkenin sabrının sınanmasından başka bir şey değil.
Teslim olan grup Türk yargısı tarafından serbest bırakıldı. Okuduğum kadarıyla beş kişilik bir grup Öcalan'ı övmeyi sorgu tutanaklarına aksettirmek istediğinden (durumu anlatmaya yetiyor aslında) ufak çapta bir kriz yaşansa da, ne grubun sıfatı ne de pasaport yasasının ihlali de tutukluluğa yol açmadı. Bu güvenlik güçlerine taşlarla saldırıp yirmi yıla yakın cezalar alan terör örgütü sempatizanlarını taş atmak yerine dağa çıkıp sonra sınırdan girmeye iter mi zaman gösterir, bir nevi by-pass. Bu da oyun böyle oynanacaksa yasal düzenlemeler yapılmadan yaşanacak bu gibi durumların toplumda sıkıntı yaratacağı gerçeğini hatırlatıyor.
Abdullah Öcalan'ın talimatıyla bir grup PKK mensubunun davul zurna eşliğinde teslim olması ve ardından serbest kalması bana Türkiye'nin geleceği adına fazladan bir umut vermiyor açıkçası, umut falan aşıladığını da düşünmüyorum. Bu zemini PKK'ya daha fazla kaydırabilir ne yazık ki. Bu gibi olaylardan ziyade, arkalarından gelen tepkiler, yaşanan piyesler daha önemli bence. Açılım sürecini de bu tepkiler, hassasiyetler ve bunların doğuracağı yeni propaganda cepheleri sağa sola çekiştirip duracaktır. Benimse bunu bir bayram ya da milât olarak görmediğim kesin.
PEKİ YA SİZ NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Okur Yazar Adam
Merhaba!
Bilindiği üzere ülke ve dünya gündemi hep çok hareketli. Bu sebeple Okur Yazar Adam, Türkiye ve dünyada medya organlarına yansımış haberlerden yaptığı seçkileri yorumlamaya karar verdi ve bu yorumları da buradan paylaşacak. Sizler de gazete ve tvlerin internet sitelerindeki yorumculardan farkınızı gönderdiğiniz yorumlarla kanıtlayabilirsiniz. Yorum ve sorularınız için okuryazarblog@gmail.com adresini kullanabilirsiniz.
Tüm okur yazarlar, tekrar hoşgeldiniz!
Bilindiği üzere ülke ve dünya gündemi hep çok hareketli. Bu sebeple Okur Yazar Adam, Türkiye ve dünyada medya organlarına yansımış haberlerden yaptığı seçkileri yorumlamaya karar verdi ve bu yorumları da buradan paylaşacak. Sizler de gazete ve tvlerin internet sitelerindeki yorumculardan farkınızı gönderdiğiniz yorumlarla kanıtlayabilirsiniz. Yorum ve sorularınız için okuryazarblog@gmail.com adresini kullanabilirsiniz.
Tüm okur yazarlar, tekrar hoşgeldiniz!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)